1 Aralık 2015 Salı

KUMSAL


Sahilde çıplak ayak yürüyorum. Deniz, sahile kavuşmasının mutluluğunu kumsala köpüklerini bırakarak kutluyor. Vücudumun ağırlığıyla ezilen kum beni hafızasına kaydederken, baskıdan kurtulmak istercesine ayağımın altından kayıyor.  Denizin renkleri bejden türkuaza, açık maviden gittikçe koyulaşan laciverde geçiş yapıp, ufuk çizgiyle sonlanıyor. Göz bittiğini, akıl devam ettiğini biliyor. Görüntünün ve ortamın güzelliğiyle doluyorum. Taze havayı vücudumun tüm noktalarında hissedebilmek uğruna doyasıya içime çekiyorum. 

Akıl rahat durmuyor, ha bire bir şeylerle uğraşıyor. Bir süre bedenimi ve ruhumu dinlemek istiyor, sessizliğin ve huzurun tadını çıkarıyorum. Akıl yine devrede. Geçinmek mi? Yaşamak mı? Ayaklarıma ulaşan bir dalga beni kendime getiriyor.

Dalga her sahile vurduğunda çakıl taşlarını hareketleniyor, kimi birbirini itiyor, kimi yan yana gidiyor, kimi bir diğerinin üzerinden atlayıp en öne geçiyor. Ne için olduğunu bilmedikleri bir uğraş içindeler. Hepsinin ortak yanı sürtüşmeden çıkardıkları sesler. Tıpkı yaşamdaki kavgalarımız gibi.

Bir deniz kabuğuna rastlıyorum, sıradan olmasına karşın yine de evirip, çevirip bakıyorum merakımdan. Bu da ikinci hayatı deyip geçiştiriyorum. Birkaç adım sonra değişik bir kabuk daha, kenarı kırık denize atıyorum. Akıl işe karışıyor, yaşamında da tercih etmediklerini bu kadar kolay terk edebilsen diye, haklı. 

Keyif sürmeye kararlıyım, bir çakıl taşı, diğerlerinden farklı gibi göründü. Baktım, çok da güzel değil. Farklı olduğunu seziyorum ama farklılığını göremiyorum. Elime alıp şöyle bir denize çaldım. Islanınca ortaya çıktı renklerinin, damarlarının güzelliği. Bir kez daha anladım, görünüşe aldanmamak gerektiğini. 

Biraz ilerde, içi boşalmış yeşil bir denizkestanesi kabuğu, tam ve güzel, narin ve kırılgan, sevdiklerimize gösterdiğimiz özenle biriktirdiklerimin yanına koydum. Bir başka çakıl taşı, bir başkası hepsi de farklı güzeller. Sahip olma duygusu ve doyumsuzlukla biriktirdiklerim avucuma sığmıyor, elimdekileri elemek zorundayım. Önce tercih edip sonra elemek, sıkıntılı bir süreç eleyene de elenende. 

Birkaç adım sonra bir tahta parçası deniz, güneş ve başından geçenler aşındırmış, matlaştırmış onu. Bir sanat galerisinde sahile vuran tahta parçalarını değerlendirerek heykelcikler yapan, onlara yeniden ruh veren sanatçının eserlerini görmemiş olsaydım, bir işe yaramaz deyip tekme atabilirdim. Onu da değerlendirebilen yeniden hayat veren bir ruh çıkabiliyor.

Rastladığım güzellikleri yanında sahili kirleten sintine atıkları, naylon torbalar, pet şişeler, çör çöp sorumsuzluğun ve sevgisizliğin yansıması.   

Doğa her şeye rağmen güzel ve ait olduğum yer.


Takvor Teodorosyan Ağustos/2013

18 Kasım 2015 Çarşamba

KALEM KUTUSU


Eğitimcilerimizi dinlemek üzere bir masa etrafında oturmuşuz. Çeşitli şekil ve markalarda birçok tükenmez kalemi kucaklayan kalemlikten yazan kalemi duyularımla seçmeyi deneyeceğim. Eğer başarabilir ve duyularımla seçtiğimi hissedebilirsem hoş bir duygu yaşayacağım. Bunu daha sonraları geliştirmeyi arzulayabileceğim bir deneyim olacak.

Gözlerimi kapatıp elimi kalemlik üzerinde dairesel olarak gezdirip kalemlerden birini seçtim. Seçtiğim kalemin yazdığını denemek üzere not kağıdına gelişigüzel bir şeyler karaladım. Kalem, kağıt üzerine iz bırakmış ama yazmamıştı. Sanırım yeterince odaklanamadım ya da sabırsız davrandım. Seçtiğim kalemi kalemliğe koysam, aynısını tekrar seçme olasılığı olacak ve aynı kalemi seçmemek için zihnim devreye girecek, duyularımın seviyesini azalacaktı. Yazmayan kalemi masanın üzerine bıraktım. Tekrar yazan kalemi bulmak için elimi kalem kutusunun üzerinde gezdirdim. İkinci denemem de başarısızdı.

Kalemlikteki diğer kalemleri duyularımı kullanmadan tek tek denedim. Yazana rastlayamadım. Yedekte duran yeni tükenmez kalem kutusundan aldığım kalem çözüm oldu.

Bu gerçek bir duyu çalışması değil, Mürvete’te kalem seçmekte hoşluk yapan Ece’nin yaratıcılığı ve hoşluğuydu. Bu hoşluk yaşamdaki davranışlarımızla çok benzeşiyor. Bezen bilincimizle bazen de duyularımızla yaptığımız seçimler yaşantımızı belirliyor, yaşam biçimimiz oluyor. Seçimimizin bize uygunluğunu da denemeden bilemiyoruz. Başka örneklere bakarak uyacağını düşündüğümüz modellerde dahi bize uymayan durumlar olabiliyor. Her birimiz kalem kutusundaki farklı kalemler gibiyiz. İçimizdeki mürekkebi gerekli kıvama getirene ve eyleme hazır olana dek kiminiz yazabiliyor, kimimiz yazmayabiliyor.


Takvor Teodorosyan      Kasım/2015

27 Ağustos 2015 Perşembe

YAZLIK SİNEMA



Yazlık sinemada iki seçeneğimiz vardı. Türk ve yabancı filmlerin oynatıldığı Emirgan Sineması, diğeri ise daha çok yerli filmlerin oynatıldığı sahilde kaleye yakın Halil’in kahvesi üzerindeki açık hava sinemasıydı.  Sinema kalelerin alt kısmındaki yamaçta olduğundan dik ve dar merdivenler ile çıkılırdı. Sinema perdesi kale tarafındaydı. Seyirciler sırtı denize dönük tahta sandalyelerde otururdu. Sahildeki çay bahçeleri buluşma yerleriydi.

Akşam sinemaya gitme fikri ortaya atıldı. Gidelim, gitmeyelim derken Emirgan sinemasına gitmeye karar verdik. Telefonla bilet ayırtılacak olduğunda rezervasyon ismimizi Cem, Tarık gibi takma adlar olarak verirdik. Bu şekilde kimlerden olduğun anlaşılmaz ve telaffuzu kolay olurdu. Akşam yemekten sonra birbirimize uğrayarak toplanır, kız arkadaşlarımızın evine giderek annesinden, daha çok da babalardan izin koparmaya çalışırdık. Çok geç kalmayın diye tembihlenirdik tabii ki.

Belirlediğimiz bir noktada toplanır, gırgır şamata Emirgan’a doğru yürüyüşe başlardık. Necip Bey Bağına yaklaştığımızda deniz tarafında Clup 12 sonraları Clup Cartier olan gece kulübünden müzik sesleri geliyor. Bu akşam kim var? Neler olup bitiyor merakıyla duvar üzerinden sarkıp anlamaya gayret ediyoruz. Ağaçlar ve sarmaşıklardan pek bir şey göremeyince umudumuzu dönüş yoluna bırakıyoruz.

Farklı konuları tartışır, geyik muhabbetleri, şakalaşmalar ile yola devam ederdik. Solda Halim Paşa Korusunun sessizliği, sahilde ise yorgun gemilerin yanaştığı Demir Deposunu geçince Baltalimanı Kemik Hastanesine varıyoruz. Burnumuza gelen kötü kokular ve kurbağa sesleri dereye yaklaştığımızı haber veriyor. Dereyi geçtikten sonra soldaki yokuştan tepedeki sinemaya doğru kıvrılıyoruz. Sağ tarafımızda da Alpayın çok çıktığı bir başka gece kulübü vardı. Konuşarak yürüdüğümüzden yokuşu nasıl çıktığımızı fark etmezdik. Gişeden biletleri alıp, yerleşiyoruz.

Filmin başlayacağını haber vermek için üç kez ışıklar yakıp söndürüldü, Sinema ilan edilen başlama saatinde başlamadığında beş, on dakika sabredilir gecikme devam ederse, seyircilerin sabrı kalmaz ıslıklar ve “makinist, makinist..” diye bağrışmalar, alkışlar başlardı. Sonunda ışıklar söndü başımızın üstünden perdeye ulaşan ışık demeti ile reklamlar, fragmanlar ve sonunda film başlardı. Makinist odasına yakın konumda oturmuşsak arka fonda sinema makinesinin ve filmin makaraya sarılma sesini duyar olurduk.

Antrakta, yiyecek içecek satanlar tahta kasalara gazoz açacağı ile vurur furuko, gazoz, frigo buzzz…, çekirdek bağrışlarıyla büfeciler satış yapardı. Çekirdek çıtlatmak en çok rağbet gören eğlenceliklerden olup, kabuklar ve şişeleri genelde yere atılırdı. Şişelere ayağınız çarptığında sinema sessizliğinde yuvarlanan şişe sesleri sessizliği bozar.

Sinema sonrası dönüşümüz yine yürüyerek olurdu. Yürüyüş yolunda film kritikleri tartışma konumuz olur, Necip Bey Bağına yaklaştığımızda gece kulübünde sanatçı sahne almışsa bir süre duvar dibinde onu dinlerdik. Kulübü denizden seyreden bedavacılar da vardı. Burası ya da Bebek Maksim gazinosu önüne sandallarla yanaşır programı seyrederlerdi.


Rumelihisarı’ na vardığımızda yokuşu ya da merdivenleri çıkmak biraz zor gelirdi. Kız arkadaşların evine yakın bir erkek varsa o eşlik eder, o yöne gidecek yoksa grup halinde kızlar evlerine bırakılırdı. Vardığımız her kapı önünde bu saate kadar hiç konuşmamışız gibi kapı önü sohbetleri bir süre daha devam ederdi. 

Takvor Teodorosyan Ağustos/2015

22 Ağustos 2015 Cumartesi

RADİKA

RADİKA 

Çocukluğumda kırlara, dağlara ot toplamaya giderdik. Babaannem hacılı Surpik ve yakın komşularımız Şükriye (Kulan), Bedia (Öksüz) yenilebilir otları iyi tanır ve bu otlarla çeşitli yemekler, salatalar yapmayı iyi bilirlerdi. Kırlarda dolaşmayı sevdiğimden peşlerine takılırdım. “Bir otun yenilebilir olduğundan şüpheye ediyorsan, ot yiyen hayvanın önüne at, yerse sen de yiyebilirsin” derlerdi. Otlar bıçak ucu ile toplanır, sazlı olmasın diye yeni sürmüş körpe olanlar tercih edilirdi. Ot toplamanın en iyi zamanı bahar ayları ya da yağmurdan birkaç gün sonrasıydı. Karşılaşılan otlar bazen geçmişteki yaşanmışlıkları hatırlatır, öğreten kişi yâd edilir, hatıraların anlatılmasına aracılık ederlerdi.


Herkesin kendine özgü ot toplama yöntemi vardı. Kimi toplarken tozunu toprağını silkeler, kimi olduğu gibi torbasına doldurur temizlemeyi sonraya bırakırdı. Yemeğin tadını etkileyeceği nedenle bazı otlar daha az, bazıları daha çok toplanırdı. Topladığımız otlardan ebegümeci, labada, hindibağ (radika), şevketi bostan, gelin parmağı
, kuzu gevreği, kazayağı, ıştır, ısırgan otu, sarıpapatya, deve dili, sakız ağacı, su teresi, yabani pırasa, kuşkonmaz, kuzukulağı, yabani semizotu, ısırgan otu, dağ kekiği hatırlayabildiklerim.

Havanın ve doğanın davetkarlığına dayanamamış olacaklar ki üç kafadar bugün ot toplamaya gitmeyi kararlaştırmışlar. Duyduğumda dünyalar benim olmuştu. Babaannem, amcamın akşam boşalttığı rakı şişelerinden birini şöyle bir çalkalar, içine, içme suyu doldurup ağzını mantarla tıkadı. Birkaç dilim ekmek kesip sandviç yapar, yolluk hazırlar, Birinci sigarasını ve kibrit kutusunu hırkasının ceplerine koymayı ihmal etmezdi.

Günlük işler sıraya konduktan sonra komşularla bahçede buluştuk. Hep birlikte yola koyulduk. Kadınlar bir yandan sohbet ediyorlar bir yandan da geçilen güzergahta gözleri yerdeki otları tarıyordu. Arkadaşlarımın birçoğu mahallede kalıp oyun oynamayı tercih ettiğinden ot toplamaya giden tek çocuk benim.

Kışlak sokaktan Meydan Mahallesine doğru ilerliyoruz. Yol kargacık burgacık, çukurlu, taşlı, topraklıydı. Yağmur yağdığında balçık çamur olurdu. Yolun iki tarafı sarmaşık otu ile iç içe geçmiş böğürtlen çalılarıyla kaplı. Sol tarafta defne, ceviz, akasya ve iç içe girmiş yabani birçok ağaç Mehlika hanımın bahçesine çit oluşturmuş, o kadar sık, yüksek ve birbirine girmiş ki eski büyük ahşap ev ağaçların arasından zorlukla görülebiliyor. Bu evin kendi haline bırakılmış bir havası vardı. Seyrek olarak Mehlika hanım ya da tanımadığımız birileri gelir bir süre kalırdı.

Yolun sağ tarafındaki dik taş merdivenler, set üstündeki birkaç katlı beyaz boyalı, ahşap panjurlu eve çıkardı. Evin sokağa bakan bahçesindeki asma çardağında yetişen iri salkımlı beyaz üzümlere hep imrenirdim. Bahçenin köşesinde bir demet gibi fışkırmış kartopu çiçekleri, önde tek sıra halinde dikilmiş güller süsledi bahçeyi.

Köpeklerin saldırısına uğrama korkusuyla temkinli yola devam ediyoruz. Sessiz ilerleyişimizi, sağ taraftaki Amerikalıların oturduğu evin bahçesinden gelen güçlü köpek havlamaları bozuyor. Köpekler yol kenarındaki yüksek duvarın üzerinde iseler rahatlıkla yola devam ediyoruz.

Bahar ayında defne ağaçlarının sarı ve bol polenli, akasyanın beyaz, salkımın mor çiçekleri ve yaydığı güzel kokular insanı baştan çıkarırdı. O kadar ki bu güzelliklere dayanamayıp uzanabildiğim yüksekliklerden salkım ve akasya çiçeklerinden birkaç çiçek salkımı koparır, kokularını içime çekip, çiçeklerini yerdim. Böylece onları daha çok hissederdim.

Arnavut kaldırımlı Arpa Emini Sokak girişini böğürtlen çalıları ve kuzuların çok sevdiği beyaz çiçekli yabani sarmaşık otları bürümüş. Yolu kapatacak kadar sarkan sarmaşıklardan sokağın az kullanıldığı her halinden belli. Bu yol Feridun Çölgeçen ve Mari-Nazaret Dirilen’ in evine ve yatıra çıkıyordu. Yaşlı, tonton Alman karı kocanın oturduğu iki katlı bahçeli betonarme evi geçiyoruz. Bu evi daha sonraları İngilizce öğretmeni Nezahat Hanım satın aldı.

Koyu yeşil, parlak yaprakları ve kuvvetli vantuzlarıyla ebedi bir dost gibi bir daha sökülmemesine duvara yapışmış sarmaşıkların sardığı, kare oluklu, kuru (harçsız) taş duvarların yanından yürürken sarmaşıklardan bir yaprak kopardım. Sarmaşıklar arasına gizlenmiş kaplan kelebekleri etrafa uçuşuverdi. Kelebeğin siyah ve kırmızı renkleri göz alıcı ve muhteşemdi. Dış kanatları siyah üstünde beyaz şeritlerle süslü, uçtuğunda siyah kanatlar altına gizlenmiş, ateş kırmızısı kanatlar ve üzerinde minik siyah benekleri insanı doğaya aşık ediyor. Fotograf: http://www.fotokritik.com

Duvarın gerisinde, set üzerindeki bahçelerde defne, kestane ve çam ağaçları birbirine geçmiş aralarındaki boşlukları çalılar doldurmuştu. Defne ve kestane ağaçlarının dalları duvardan aşağı sarkıyordu. Kestane zamanı gelip geçerken yola düşen kestaneleri toplar ya da ağaca taş, sopa atarak kestaneleri düşürmeye çalışırdık. Dikenli açık yeşil kabuklu kestaneler yere düştüğünde olgunlaşmış olanlar ikram edercesine parlak kahverengi kestanelerini etrafa saçardı. Yol boyunca duvar dibinde yetişen yapışkan yapraklı otların yapraklarını koparıp birbirimize yapıştırarak şakalaşırdık.

Deniz tarafındaki Boğaz manzaralı boş arsaya giriyoruz. Buradaki otlar basılmamış olduğundan korunmuş olurdu. Şimdi bu arsalar üzerinde yan yana sıralanan beton bloklar yoldan geçenlere perde olmuş durumda. Daha sonra ilkbaharda okulların kapanmasına yakın açık havada ders yaptığımız, Şair Nigar İlkokulu’na gelmeden önceki yeşil alanı geçip, Beyaz evin önünden Meydan Mahallesine doğru ilerliyoruz.

Solda bahçe içinde yoldan içeri çekilmiş Bedik ve Bedros ağabeylerin ahşap evi, karşısında ise etrafı duvar ve tel örgü ile çevrilmiş, bahçesindeki Amerikan İlkokulu bahçedeki ulu at kestane ağaçları arkasına gizlenmiş. Kestane ağaçları, baharda koni şeklinde pembe, beyaz çiçekleri ile taçlanır, sonbaharda ise olgunlaşan kahve renkli parlak kestanelerini ve savaş topuzuna benzer yeşil kabuklarını yerlere saçardı. Cazibesine dayanamayıp kestaneyi elime alır sonra da ne yapacağıma karar veremediğimden fırlatır atar ya da bir tekme vurarak yuvarlanışını izlerken ulu çınarın bulunduğu Meydan Mahallesine geldiğimi fark ederdim.

Sağa doğru kıvrılarak fındık ağaçlı bahçeler ve Amerikalıların oturduğu ahşap beyaz boyalı, yeşil ahşap panjurlu, çatı katlı evlerin arasından Cevizli Tarla’ya doğru yönlenirdik. Kalebahçe sokağının sonuna geldiğimizde Robert Kolej evlerinin arasında bulunan dar bir geçitten Cevizli Tarlaya giriyoruz. Bu geçidin iki tarafında evlerin bahçe çitini oluşturan biberiye ve beyaz kokulu çiçekler açan bir tür şimşir, çit bitkisi dikilmiş. Geçerken biberiyelere sürtündüğümüzden etrafa mis gibi kokuları yayılırdı. Dar geçitten sonra bizi geniş ve yemyeşil bir vadi, Cevizli Tarla karşılıyor.


Cevizli tarla, Robert College (Boğaziçi Üniversitesi) ile şehitlik ve Dua Tepe (Kekik Tepesi) arasında kalan bölgeydi. Otlar çok basılmamış, kuytu bir yamaç olduğundan ot toplamak için çok uygun alanlardandı. Robert Colage mezunları bu alana her yıl hatıra çam fidanı dikerlerdi. Her çam ağacının altında ağacı kimlerin ne zaman dikildiğini gösterir mermer plakalar konmuştu. Tepenin alt yamaçları nemli ve ağaçların gölgesinde kaldığından otlar oldukça büyümüş olur, arasına girdiğimde kaybolurdum. Boyumu geçen otların içinde yürümek, yuvarlanmak hoşuma gider, geriye dönüp baktığımda kanal şeklinde bıraktığım izleri görürdüm.  
Fotoğraf: Maziden Fotoğraflarla Türkiye

Farklı renk ve güzellikte irili ufaklı kelebeklerin peşinden koşuyorum. Beyaz sarı renkli, açık kahve ve küçük açık mavi kelebekler çoğunluktaydı. Radikaların mavi çiçekleri ile minik mavi kelebeklerin renk tonları birbirine çok yakındı. Sanki bir örnek olsunlar diye birbirleri için yaratılmıştı. Nadiren de kaplan kelebeklerine rastlıyordum. Kelebek yakalamakta çok başarılı olmasam da peşinde koşmak beni eğlendiriyor. Onlar o kadar narin ve hassaslar ki tesadüfen yakalayabildiğimde istemeden de olsa onları ölümüne neden oluyordum.  Fotoğraf: B. Özkaya

Bahar aylarında kırların güzelliğine doyum olmaz. İlk olarak kısa saplı beyaz ve sarı kır papatyaları, ballıbabalar daha sonra da uzun saplı beyaz papatyalar çıkar, radikanın mavi, ballıbabanın mor, mavi minik kır çiçekleri daha birçokları kırları süslerdi. Bu güzellikleri görünce dayanamaz, duyduğum sevinci ve heyecanı paylaşmak için bakım ne güzel diye bağırmaktan kendimi alamazdım. Annem papatyayı çok sevdiğinden onun için bir demek papatya toplamayı ihmal etmezdim.

Ballıbabanın çiçeklerini sapından ayırır çiçeğin alt kısmını emerdim. Bunu mahalle arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Tatlımsı bir lezzeti vardı. Bir başka eğlence de pisipisi otlarıydı. Bu otların başak gibi kısımlarını meydana getiren parçaları ortadaki omurga gibi olan kısmı kırmadan tek tek koparmak marifetti. Hatta bunu sabırla başarabilene “Akşam yastığın altına koy” sana uğur getirir ya da paraya dönüşür denirdi. Yine pisipisi otunun başak kısmını iki elimizin avuç içi arasına sıkıştırıp ellerimizi ileri geri hareket ettirdiğimizde başağın ellerimiz arasında ileriye doğru hareket ettiğini görürdük. Pisipisi otunun kalınlaşmış içi boş gövdesini keser, üzerine bir iki çentikle düdük yapardık.     

Kırlardaki çiçekler, kokulu bitkiler, kozalaklar, değişik ağaç kabukları gibi hoşuma giden birçok şey ilgimi çekerdi. Kendimi özgür ve mutlu hissederdim. Fıstık çamından yere dökülmüş kozalaklara içi dolu mu diye bakar, kozalak yere düşerken etrafa saçılmış fıstıkları toplamak için etrafa göz atardım. Fıstıkların üzerindeki siyah tozun pantolonumu kirleteceğine aldırmadan cebime doldururdum. Çam ağacının gövdesinden kopmuş ağaç kabuklarını tekne gövdesi şeklinde yontup, ortasına açtığım deliğe bir sopa yerleştirerek yelkenli yapar, leğende yüzdürürdüm.

Yorgunluk atmak için uygun bir yerde mola verdik. Kimi sigarasını tüttürdü, kimimiz yolluklarımızı yedik. Yorgunluk atıldıktan sonra tepeye doğru tırmanmaya başladık. Nafi Baba Türbesi ve yamuk yumuk duran, bazılarının tahrip edildiği Arapça yazılı mezar taşlarının bulunduğu Şehitlik Tepesine vardık.

Türbe camına yaklaşarak dua edildi. Pencerelerindeki demir parmaklıklara bağlanmış çeşitli bez, iplik, kâğıt parçaları, cam kenarına konmuş taşlar ve yanmış, erimiş mumlar ziyaretçilerin dileklerine aracılık ediyordu. Birkaç yaşlı selvi ağacı ve maki çalılıklarının süslediği, rüzgârlı tepe birçok Türk filmine de plato olmuştur. Bu tepeye geldiğimizde kaleler ve Robert Koleje üzerinden Küçüksuyu, Vaniköyü ve boğazın güzelliği seyredilirdi. Issız ve gözden ırak bir tepe olduğundan çevreden gelen arabalı aşıkların da mekanıydı.  Bugün bu alan Boğaziçi Üniversitesi Kampüsü içine dahil edilmiştir.
Fotoğraflar: http://www.okck.net 

Kekik tepesine vardığımızda, minik koyu yeşil yapraklı, sarmaşık gibi dağa sarılan yaban kekiklerini yalayarak bize ulaşan serin Boğaziçi rüzgârını içimizde hissederdik. Aynı zamanda bu tepe kendi yaptığımız uçurtmalarla yarıştığımız tepedir. O günkü kekik tepesi bugün otobüs manevralarına ve restoranlara yerini bıraktı.

Babam, kekik tepesinin (Dua Tepe) rüzgarlı olmasından dolayı eskilerde harman yapıldığını, Rober Kolej tarafındaki tepede Dero’nun mandırasının olduğunu, mandırasından çok güzel süt ve kaymak aldıklarını, ineklere yem olsun diye dikilen şalgamlardan yemek yapmak için topladıklarını anlatırdı. Benim tepelerde dolaştığım zamanlarda bu anlattıklarından birkaç yıkık duvardan başka bir şey kalmamıştı.

Bir başka ot toplama rotamız da Kaptan Kazım Meral ve eşi Kezban Hanımın evi ile Mahmut amcanın bahçe duvarındaki yatırı geçip Bedri Amcanın bostanını takip ettiğimiz yoldu. Böğürtlen çalılıklarının çit yaptığı bahçeleri geçip Bedri amcanın tek katlı evinin önüne gelirdik. Bedri amcanın eşi Nevzat hanımın izin gününe denk gelmişsek bizi evin önünde karşılardı. Nevzat teyze kalın gözlüklü, zayıf, esmer, kısa boylu, mütevazı, güler yüzlü, hoş sohbet, sigara içmekten kalınlaşmış sesiyle hal hatır sorar, ayaküstü sohbet ederdi. Bedri amca sinirli gününde değilse ve de evin durumu uygunsa Nevzat Teyze dönüşte uğrayın der bizi ısrarla akşamüstü çayına davet ederdi.

Toprak yoldan Rumelihisarı üstüne çıkıyoruz. Bahçe içindeki at ve inek barınaklarından gelen pis kokular sütçü Ali’nin bahçesine yaklaştığımızı belli ediyor. Sütçü Ali’nin büyük bahçesinde dut, ceviz, ayva ve daha birçok meyve ağacı vardı. Ali, süt ve bahçesinde yetişen meyveleri satar, dut zamanı dut ağaçlarını dutçulara kiraya verirdi.

Ermeni Mezarlığı önündeki meydana geldiğimizde Bedri amcanın ekip biçtiği meydanın sağ tarafında bulunan sürülü tarladan mevsimiyse bol mikt
arda yabani pırasa toplardık. Yabani pırasanın tadı taze sarımsağa benzer. Baş kısmını beyaz, mimik yavru soğancıkların süslediği, püsküllü sarımsak başı şeklinde, sap kısmı ince pırasa gibi. Toprağa yakın sap kısmından tutularak usulca çeker kökü ile sökmeye çalışırdık. Toprak sıkı ya da kuru ise sökmek kolay olmazdı.

Eğer vakit uygunsa, Ermeni mezarlığı yanındaki yamaçtan aşağı inerdik. İki tepenin kesiştiği vadide suyu cılız bir dere ve dere kenarında topraktan kaynayan kaynak suyu vardı. Buz gibi tertemiz suyla elimizi yüzümüzü yıkar ferahlardık. Taş ve toprak arasından kaynayan suyu toprak kalkmasın diye usulca avuçlar içerdik. Kadınlar dere kenarındaki körpe su teresi ve açık yeşil minik yapraklı kuşkonmaz otlarından toplarken bende dere içinde su yüzüne çıkan kayaların üstüne ayakucu ile basar bir taraftan öbür tarafa zıplar, sularla oynardım. Burada bir süre dinlenir, su kenarında çıkınımızda kalan yolluklarımızı yer, yine ot toplayarak aynı yoldan geri dönerdik. Şimdi bu alanda Fatih Sultan Mehmet köprüsüne bağlantı yolları bulunmaktadır.

Nevzat ya da Kezban (Meral) hanım bizi çaya davet etmişse doğru davet aldığımız yere gider, ağaç gölgesi ya da çardak altında herkes kendine uygun oturacak bir yer bulur, yerleşir önüne yaygısını açar topladığı otları ayıklar, ayırırdı. Ben de meyve ağacı ya da asma varsa gözüm onlarda olurdu. Bedri amca yoksa ve kimse ses etmiyor yavaştan meyve ağaçlarına yanaşırdım. Çay, yanında bisküvi, kurabiye, börek bazen de kahvaltı sofrası gibi ekmek, peynir, zeytin ikram ederlerdi. Yabani pırasa toplamışsak taze ekmek, zeytin ve yabani pırasa yemek en çok sevdiğim şeydi. Hava kararmaya doğru herkes evinin yolunu tutar akşam yemeği için hazırlıklar başlardı.  

Günümüzde semt pazarlarında ya da eski İstanbulluların yaşadığı semtlerde radika satıldığına rastladığımda Rumelihisarı günlerimi, çocukluğumu hatırlarım.

Radika Salatası; Bizim evimizde yapıldığı şekliyle; Radikalar bol su ile yıkandıktan sonra suyu süzülür, çukur bir kaba konur. Üzerine salataya tuz eker gibi biraz tuz serpilir. Elle mıncıklanarak öldürülür. Mıncıklanan radikaların acılığı ve diriliği gider. Avuç içinde sıkılan radikalardan akan yeşil su atılır. Sıkılan radika ayrı bir kaba konur. Birkaç diş sarımsak küçük parçalar halinde doğranarak radikalara eklenir. Zeytinyağı, limon isteğe bağlı olarak sirke ile hazırlanan sos ilave edilerek iyice karıştırılır. Fotoğraf: http://nergismevsimi.blogspot.com.tr

Takvor Teodorosyan   Ocak/ 2013


20 Ağustos 2015 Perşembe

KALE DİBİ

KALE DİBİ

Meydan mahallesinden Sarıca kulesine giden çıkmaz yolun sonu Kale dibi Rumelihisarın güzel köşelerinden biriydi. Yolun sol tarafında üzeri duvar sarmaşıklarının ve salkım çiçeğinin sarmaladığı taş duvar, üzerine şapka gibi yerleştirilmiş kırmızı kiremitler ve taşlar arasına düzgün bir hat şeklinde yerleştirilmiş kırmızı tuğlalar taş duvarı sıradanlıktan çıkaran duvarlar arkasında kayalıklar üzerine oturtulmuş, ahşap bina mimarisi ve sessizliği ile yoldan geçenlerde merak uyandırırdı. Yol Arnavut kaldırımıydı.


Sağ tarafta bitişik nizam müstakil ahşap evler sıralanmıştı. Evlerde yaşayan yaşlılar pencere kenarında ya da kapı önünde oturur gelen geçeni seyrederdi. Tanıdık birine rast gelince hal hatır sorulur sohbet edilirdi.

Muhteşem manzarası ve şirin bir mahalle görünüşü ile hoş bir köşe olduğundan yurtdışından ya da Rumeli Hisar dışından gelen misafirleri buraya boğazı seyretmeye getirirdik. Her gören manzaraya ve serin esintili havasına hayran kalırdı.

Büyüklerimin anlatımlarından hatırımda kalanlar daha önceleri mahallede yaşayan aileler burada piknik yaparlar, oyunlar oynarlarmış.


Kale dibi Türk sinemasına da plato olmuş mekânlardandır. Ahşap evlerde film çekilirdi. Birkaç kez Zeki Müren’in rol aldığı film çekimini seyretme imkanı bulmuştum. Cam kenarında oturan Zeki Müren’in hazırlanmasını seyrederdik. Film çekimi için kalabalık bir kadro telaş içinde oradan oraya koştururdu. Çocuklar ve mahalle sakinlerinin oluşturduğu kalabalık merakla çalışmaları ve çekimleri seyrederdik. Artistleri görmek için saatlerce beklediğimiz olurdu. 

Takvor Teodorosyan Ağustos/2015

MEYDAN MAHALLESİ, BAKKAL ZAVEN


Kışlak, Mektep, Nafi Baba ve Hisar Meydanı sokaklarının buluştuğu Meydan mahallesindeki meydanda birkaç kişinin kollarını birleştirerek sarabileceği ulu çınar bizi karşılardı. Çınarın altında şehir şebeke suyu (Terkos) çeşmesi, çeşmenin arkasında kuyu ve önünde büyük yassı beyaz mermer taş blok vardı. Çeşme başında su sırası bekleyenlerin bir kısmı beyaz mermer bloğa ilişmiş, bir kısmı da ayaküstü sohbete koyulmuşlar sıranın gelmesini bekliyorlar. Sıra beklemek istemeyenler kuyudan su çekip gidiyor. Bu çeşmenin suyu Bebek bağlantılı olduğundan Rumelihisarı’nda su kesik olduğunda bu çeşme akardı.
Meydanın renkli kişiliği Zaven (Mazman) bakkaldı. Fenerli Bostan Sokak ile Hisar Meydanı Sokağın kesiştiği köşeye oturtulmuş büyük heybetli yarısı beton yarısı ahşap kiremit renkli binada, otururlardı. Alt katta kiracı, üst katlarda kendisi ve ağabeyi yaşıyordu. Bir zamanlar babaannem de bu evde kiracı olmuş. Büyük bahçesinin yola bakan köşesinde tek katlı bir dükkânları var. Dükkânda genellikle Zaven amca durur, onun işi olduğunda eşi Mari hanım ilgilenirdi. Dükkânda bakkaliye yanında, litre ile gaz da satıyordu. Bakkal Zavenin en iyi müşterileri Amerikan İlk Okuluna gelen öğrencilerdi. Okul çıkışı meydanda bir cıvıltı, bir hareketlilik başlardı. Öğrenciler çiklet, çikolata, gofret, meşrubat almak için bakkal Zaven’in dükkânına hücum ederlerdi. Öğrencileri okula ebeveynleri ya da şoförleri özel arabayla getirdiklerinden özellikle okul çıkış saatinde meydan trafiği oldukça hareketlenirdi. Biz okulda tek tip beyaz yakalı, siyah saten önlükle giderken onlar, rengârenk kıyafetler giyiyorlardı. Amerikalılar peşin, yerleşik halk genellikle veresiye alış/veriş yapardı.

Robert Kolej’ de, Amerikalıların evlerinde çalışan bahçıvan, temizlikçi, hizmetkâr, aşçı bakkal Zaven’ in dükkânına uğradığından bakkal Zaven’in çevrede olan biten her şeyden haberi olurdu.  Bu nedenle Amerikalıların ev hizmetlerine yönelik hizmetli arayışlarında tanıdığı, güvendiği kişilere haber verir tanıdıkların iş olanaklarından yararlanılmasını sağlardı.

Bakkal Zaven, Bahçeye ve çiçeklere düşkündü. Amerikalıların bahçelerinde çalışan bahçıvanlarla sohbet ederken hem onlardan neyi nasıl yetiştirdiklerini öğrenir hem de onların imkânlardan (çiçek, tohum, fide, çelik alma vb.) yararlanırdı. Bu nedenle bahçesinde çok çeşitli çiçekler ve bitkiler vardı. Bakkal Zaven çiçeklerinin güzelliği, nadide oluşuyla övünürdü. 

Meydan mahallesinin bir başka özelliği de büyük alüminyum kasalı Migros kamyonunun durak yeri olmasıydı. Migros kamyonu haftanın belirli günlerinde ve aynı saatte kendine has korna sesiyle bölge sakinlerini haberdar ederdi. Migros kamyonu ulu çınarın altında çeşmenin önünde park eder, satış için hazırlıklara başlardı. Kamyon kasasını örten alüminyum kapaklar açıldığında, arasında bir kişinin sağa sola hareket ederek servis yapabileceği bir boşluk önünde tezgâh oluşurdu. Paketlenmiş ürünler kamyonun raflarından müşterilere sunulurdu. Sana yağı ve paketlenmiş pirinç, şeker, makarna almak için kuyruğa girerdik. Müşteri olmazsa da belirli bir süre beklerdi. Benzer ürünler bakkallarda da vardı. Ürünlerin paketlenmiş olması, kalite, uygun fiyat ve çeşitlilik yönünden cazip geliyordu. Bakkallar, az bulunan ürünleri peşin para ile satmak, iyi ve sürekli müşterilerine ayırmak için ürünleri tezgâh altından sattıklarından kıt bulunan ürünleri Migros’ta sıraya girerek almaya çalışırdık.


Zaven amcalarla çok eskilere dayalı dostluklarımız olması ve ailece de görüştüğümüzden kendimize çok yakın hissederdik. 

Yandaki fotoğraf: Ön plandaki annem, arka plandaki Zaven amcanın annesi.

Takvor Teodorosyan  Mart/2013

19 Ağustos 2015 Çarşamba

BAKKAL FARUK ÇAPA

Faruk Çapa’nın dükkânı Rumelihisar’ın en büyük bakkaliye dükkanıydı. Kasap Artin ile otobüs durağı arasında geniş cepheli tahta kepenkli bir dükkandı. İçerisi loş, yerler malta taşındandı. Geçen zaman içinde giren çıkan müşteriler yerdeki malta taşlarını aşındırmış, hafif çukurlar oluşmuştu.

Faruk amca, gövdesinin ancak sığdığı girişin sağ taraftaki ahşaptan yapılmış küçük camlı bölmede otururdu. Sol tarafta bakliyat çuvalları, dükkan girişi karşısındaki tezgahın önü ve üstü çeşitli ürünlerle dolu olurdu. Neyin nerede olduğunu bilmeyen zor bulurdun aradığını. Dükkanın sol tarafında diğer ürünlerden izole ayrı bir bölüm gaz yağı için ayrılmıştı. 

Bakkaliye alışverişi için daha çok babamla giderdim. Bazen de telefonla sipariş verilir yada çarşıya inen biriyle haber gönderilerek sipariş verilir, elemanı uygun olduğunda eve gönderirdi. Babaannem ve terzi Selma (Güç) ün ilişkileri nedeniyle Faruk beyin ailesi ile de tanışıyorduk. Dükkana gidildiğinde dostça bir karşılama sonrası sohbet başlar, bir yandan da siparişimiz hazırlanırdı. Aylık ihtiyaçlarımızı Faruk amcadan alır, günlük ihtiyaçlarımızı da çevredeki yakın bakkallardan temin ederdik. Alış verişlerimiz veresiye olurdu. Siparişlerimiz hazırlandığında Faruk amca eline geçirdiği bir kese kağıdı üzerine kalem kalem döküm yapar, daha sonra bunları veresiye defterine geçirir. Ödemeyi ay sonunda yapar, kalan bakiye varsa bir sonraki aya devrederdi. Faruk bey yaptığımız alışverişi kontrol edebilmemiz ve ay sonunda mutabakat yapabilmemiz için bizim küçük el defterine de yazardı. Bakkal defterinde her müşteri için ayrı bölüm ayrılmıştı. Şeker, bakliyat gibi ürünler kese kağıdına konur, içkiler gazete kağıdına sarılırdı. 

Yapılan alışveriş fazla ise daha sonra çırakla eve gönderirlerdi. Çırak, hazır olan siparişleri sepete ya da küfeye doldurur, yaya olarak dağıtırdı.

Takvor Teodorosyan Ağustos/2015

ELAZIĞ KASABI ARTİN TAKMAZ

ELAZIĞ KASABI (ARTİN TAKMAZ)

Eczanenin yanında Elazığ’lı Artin Takmaz’ın kasap dükkanı vardı. Doğramaları beyaz boyalıydı. Vitrininin bir köşesini ıtır çiçeği kaplar, diğer köşesini ise yeni gelen kuzular süslerdi. Yazın dükkana sinek girmesini engelleyen rengarenk plastik kurdeleleri yararak girerdik. Kasap Artin uzun boylu, esmer, yuvarlak suratlı, ciddi, topluca, kanlı canlı bir adamdı. Göbeğini diker, sırtı geriye doğru kaykılmış dururdu. En göze çarpan özelliği de saç taramasıydı. Başın yan ve arka kısımlarında uzattığı saçlarını oldukça muntazam bir şekilde tarayarak başın kel kısımlarını ustaca kapattığı saçları bir saç boğumuyla sonlandırırdı. Görenler taramada gösterdiği özene ve ustalığına hayret ederdi.

Dükkanın arka duvarında etlerin muhafaza edildiği büyük buzdolabı, sol tarafta kıyma makinesi bulunurdu. Et hazırladığı tezgah ise yekpare ağaç kütüktendi. Soluklanmak ya da beklemek için tezgah önünde bir sandalye bulunurdu.  

Babam işe giderken kasaba sipariş verir, akşam dönüşte alır ya da ihtiyaç olduğunda ben gider alırdım. Et almaya ben gideceksem, tembih edildiği şekilde Artin amcaya aktarmaya çalışırdım. Artin amcayı et hazırlarken seyretmeyi çok severdim. Hazırladığı etleri yağlı kaba kağıda sarar, önceden hazırladığı küçük gazete kâğıdını bükerek oluşturduğu külaha tezgah önündeki kutulardan bir tutam kekik doldurarak et paketine eklerdi. Bazılarına kekik gibi ayrı bir külahta tuz da koyardı. Bunlar için ek bir bedel ödenmezdi.

Bazen çorbalık kemik almak için giderdim. Et almadan kemik istemeye hakkımız yokmuş gibi düşünür çekinerek isterdim.

Artin bey, kilisenin karşısında yokuş başındaki yüksek, çok katlı, muhteşem boğaz manzaralı ahşap binada otururdu. Oraya misafirliğe giderdik. Üst katlara dar ve dik tahta merdivenlerle çıkılıyordu. Tahta basamaklara basıldığında çıkardığı gıcırtılar inen çıkanı haber verirdi. Evin Giriş katında Malta taşlı, mermer kurnalı banyo ortak kullanılırdı. Babaannem bir süre giriş katında kiracı olmuştu.

Takvor Teodorosyan Ağustos/2015 

AYAKKABI BOYACISI AGOP

AYAKKABI BOYACISI AGOP


Pazar günleri Arnavutköy’den ayakkabı boyacısı Agop amca gelirdi. Uzun boylu, zayıf, karaya yakın esmer tenli, yanakları içe çökük, yüz kemikleri belirgin, güleç, sevecen bir kişilikti. Herkes ona ayakkabı boyatmak için sıra bekler, sıra varsa kalelere kadar bir boy gider gelirdi.

Sırtını vapur iskelesinin tahta duvarına yaslar, küçük taburesine oturur, bir yandan ayakkabı boyar, bir yandan da sohbet eder, gelen geçenle şakalaşırdı.  Agop ustanın sevecen yaklaşımı ve bana babaannemle ilgili hatıralar anlatması nedeniyle ona bir yakınlık duymuştum. Ayakkabıyı onun gibi iyi boyayabilen az görmüşümdür. Özenerek, malzemeden esirgemeden ayakkabı boyar, son kat cilayı en kaliteli tüplü ciladan sürerdi. Her şey bittikten sonra ayakkabı kenarlarına rengine uygun ispirtolu vernik sürmeden bırakmazdı. Sıra bekleyenleri aklında tutar, yakınındaysa seslenir, el eder ya da yoldan geçen biriyle haber gönderirdi.

Aradan yıllar geçti Levent’te çalışıyorum. Öğle tatilinde kafamı dağıtmak için Levent çarşısında dolaştığım sırada pasaj kapısı önünde bir ayakkabı boyacısı dikkatimi çekti. Özene bezene ayakkabı boyaması çocukluğumdaki Agop ustayı anımsattı. Hiç hesapta yokken ayakkabımı boyatmaya karar verdim. Oturdum yüksek tabureye. Ayakkabımı boyarken sohbet etmeye başladık. Kendimi tutamayıp o an hissettiğim duygularımı ve anılarımı boyacı ile paylaşıyorum “Ben Rumelihisarlıyım, çocukluğumda Agop ustamız vardı, sen de aynı onun gibi çok güzel ayakkabı boyuyorsun.” Dediğimde boyacı, fırça sallamayı kesti. Abi ben de bu boyacılığı Agop ustadan öğrendim. O başka bir insandı. Cevap doğrumuydu, yanlış mı bilmiyorum. Ben o günlerin heyecanını seneler sonra tekrar yaşadım, hissetmiştim. Ayakkabılarım da pırıl pırıl olmuştu.  


Takvor Teodorosyan   Mart/2013

YERVANT AMCA KAHVESİ

YERVANT AMCANIN KAHVESİ


Rumelihisarı vapur iskelesi karşısında, yoldan yüksekte beton sahanlık üzerinde, geriye çekilmiş tek katlı, ahşap, üçgen çatılı, matlaşmış ve çatlamış çağla yeşili boyasıyla mütevazı bir semt kahvesiydi. Kahve önündeki sahanlığı yüksek çınarların birbirine geçmiş dalları, yaprakları gölgelerdi. Sandalye ve masalar yassı demirden, katlanabilir, yeşil boyalıydı. Kullanılmayan masa sandalyeler, katlanır sahanlığın sol tarafına üst üste dağ gibi istiflenirdi. Kahvenin içi loş, tavanı yüksek, dışarıdan bakıldığında pek kimse görünmezdi. Birini arıyorsanız içeriye girmeniz gerekirdi.

Yervant amca, orta boylu, beyaz saçlı, hürmetkar, hoşsohbet, yaşını almış tonton bir kahveciydi. Herkes tarafından sevilen bir kişiydi.

Kahve, buluşma ve haber alma noktasıydı. Çarşıda birini arıyorsan, Yervant amcaya ya da kahvede oturan tanıdıklara sorduğunda aradığınız kişinin kiminle birlikte olduğunu, nereye gittiğini öğrenebilirdiniz.  
    

Özellikle hafta sonu ve bayramlarda herkes temiz pak giyinir iskele meydanına iner, eş dost birbiriyle görüşürdü.  Kahvede çay, kahve eşliğinde gazete mütalaa edilir, spordan, siyasetten, havadan, balık ve balıkçılıktan, teknelerden bahsedilirdi. Kahvede oturanlar ya da yoldan geçenler birbirlerine laf atar, atılan laf yeni sohbetlere aracılık ederdi. Ayaküstü başlayan sohbet koyulaşınca dayanılamaz bir sandalye çekilerek masaya dâhil olunurdu.  Hararetli konuşmalar daha çok futbol konusunda yaşanır, Rumelihisarı’nda olup biten her şeyden haberdar olunurdu.

Takvor Teodorosyan Mart/2013


15 Ağustos 2015 Cumartesi

RUMELİ HİSARI ANILARI SU

RUMELİHİSARI ANILARI (SU)  

Çocukluğumdaki yaşamla, bugünkü yaşamı kıyasladığımda aradaki farka inanamıyor insan. Su hayat kaynağımız, en temel ihtiyaçlarımızdan. Bir zamanlar suyu elde etmek oldukça zordu. Zor olduğu için de kıymetliydi. İdareli kullanıyorduk. Suyu gereksiz kullandık mı yerdik paparayı.

Çarşı (Sahil) dışında Rumelihisarı’nda şehir suyu şebekesi yoktu. Sadece Robert Koleje ve Meydan Mahallesindeki Amerikalıların oturduğu evlerde Bebek’ten su ve havagazı bağlantısı vardı. Su ihtiyacımızı kaynak sularının beslediği çeşmelerden, kuyulardan, sarnıçlardan sağlardık. Susuz kaldığımızda kuyusu olan komşulara rica eder onların kuyularından su taşırdık. Halı, yün yıkanacak ise kuyuya yakın bir noktada bu işi yapmak uygun olurdu.   

Sonraki yıllarda belediye belirli yerlere şehir şebeke suyu ile beslenen (Terkos) çeşmeleri inşa etti. Sakalar bu çeşmelerden evlere su taşır oldular. 

Şahabettin, Mehmet Ali ve Hasan üç sakamız vardı. Her sakanın kendi müşterisi ve sorumluk alanı (Mahallesi) bulunurdu. Sakalar eşekle su taşır, sağlı sollu ikişer teneke taşıyan tahta kasaları semere yüklerler, tenekeler düşmesin diye de zincir veya demir kanca ile su tenekeleri emniyete alırlardı.

Şahabettin kendi evinin yanındaki ahırda, Hasan ise Halimpaşa sırtında denize nazır eski bir kalıntıyı ahır haline getirmişti. Sakalar iş durumuna göre bir, iki bazen de üç eşek ile su taşırdı. Sakanın elinde bir sopa eşekler arka arkaya birbirine bağlanmış tek sıra halinde kervan misali yol alırlardı. Bazen eşeklerin inadı tutar çekiştirmelere, kakmalara, sopalamalara  aldırmaz gitmemek için direnir, zorla yola koymak mümkün olurdu. 

Saka getirdiği suyu kaplara ya da bodrum katta bulunan varile doldurur, biz de bu suyu el tulumbasıyla çatı arasındaki varillere aktarırdık. Çatı arasından dışarıya çıkan taşma borusundan su aktığında varilin dolduğunu anlaşılırdı. Bu işlem ilk başlarda eğlenceli gibi olsa da çoğu zaman zorunluluktan yapılır, angarya gelirdi. Çatı arasındaki variller doldu mu tüm musluklarımızdan şehir şebeke suyuna bağlanmışız gibi suyumuz akardı.

Salih Bey sokaktaki evimizde de benzer bir düzeneği bahçedeki kuyuya emme basma tulumba yerleştirerek oluşturmuştuk. Sonraları el tulumbasının yerini elektrikli emme basma tulumbalar aldı. 

İçme sularımız cam şişe damacanalarda (Çubuklu, Kanlıkavak) mavnalarla sahile gelir sakalar buradan dağıtım yaparlardı. Neredeyse her evde toprak, içi sırlı su küpleri bulunurdu. İçme suyunu küplere doldurur. Küpün ağzı tahta bir kapak ile kapanır üzerine beyaz dantelli örtü serilirdi. Küpten su alınacaksa sadece o iş için kullanılan maşrapa ile su sürahilere aktarılırdı. Su küpte dinlenir tortu varsa dibine çökerdi. Tortuyu temizlemek için belirli aralıklarla küpü tamamen boşaltır, yıkardık. Küpte dinlenen suyun lezzeti bir başka olurdu.

Babaannemin Şair Nigar İlkokulu karşısında oturduğu ahşap evde sarnıç vardı. Mal sahibinin eski eşyalarına bekçilik yapan sarnıç odasının altını tamamen sarnıç kaplamıştı. Çatıdan akan yağmur suları burada toplanır, gerektiğinde kovayla çekilir kullanılırdı. Buzdolabı olmadığından yazın kova içine koyduğumuz karpuz, kavun, rakıyı soğuması için sarnıçtaki suya sallardık.  

Kuyudan su çekmek kol kuvveti ve beceri ister. Kuyuların üzerine yerleştirilmiş makara şeklinde silindir tambur, kimisinde çıkrık ya da makara sistemi bulunurdu. Bazılarında ise hiçbir düzenek olmaz doğrudan ipe bağlı kovayı sallardık kuyuya. Her kuyunun yanında düşen kovayı çıkarmak için farklı şekil ve boyutlarda dövme demirden kanca grubu asılı olurdu. İp kopup kova kuyuya düştüğünde, ipin ucuna bu kancalar bağlanır, rastgele birkaç hareketle su içindeki kova yakalanmaya çalışılırdı. Kuyu ağızlarında genelde beyaz mermerden ağızlar bulunur, iş bitince de emniyet için kapak kapatılırdı. Kuyunun çok kullanıldığını ipin mermer üzerinde bıraktığı izlerden ve o izlerin derinliğinden anlaşılabilirdi.

Eski zamanın zorluklarını ve izlerini taşıyan mermer kuyu ağızları son zamanlarda antika değeri kazandı. Bahçelerdeki bağırlarından koparılarak çalınır, para eder oldu. Villaların salonlarında sehpa, bahçelerinde dekor oldular. Onun yaşanmışlıklarını hissedemiyorsa bakanlar bir süs, bir dekordan öte olmaz.  

ÇUKUR BOSTAN ÇEŞMESİ
Bebekliğimin ve çocukluğumun ilk zamanlarının geçtiği mahalledeki bu çeşme meydan mahallesi ile kale burçları arasındaki çukur bölgede bulunur. Çeşme yoldan aşağı kotta olduğundan hafif bir rampadan çeşme başına inilirdi. Suyu el değmeyecek kadar soğuk, içimi yumuşaktı. Buzdolabımız olmadığı zamanlarda büyük binlik şişeler ya da toprak testi ile buraya soğuk su almaya gelirdim. Çeşmenin iki ağzı vardı biri sol tarafta cılız akan kısım, diğeri yalağa demir borudan devamlı ve gür akan kısımdı. Çeşmenin müdavimi çok olduğundan sıra beklemek gerekirdi. 

ARPACI EMİN ÇEŞMESİ
Arpacı Çeşmesi sokakta olup, suyu kireçli olduğundan “Acı Çeşme” diye de bilinir. Mahalledeki müdavimleri ve birçok mahallenin kesiştiği noktada olması nedeniyle oldukça kalabalık olurdu. Çeşmenin koruyuculuğunu Lütfiye hanım üstlenmişti. Lütfiye teyze çeşmenin üst kısmındaki eski ahşap evde oturur, evinin penceresinden çeşme başında olup biteni seyrederdi. Gerektiğinde müdahaleden, kavgadan kaçınmazdı. Çoğu zaman çeşme başında olur, bir şeyler yıkar ya da çevredeki komşularla, yoldan gelip geçenle sohbet ederdi. Eli belinde, topluca bir hanımdı. Babamla çok kibar ve saygılı konuşurdu. Çeşme başında sıra kaptınız, başkasına haksızlık yaptınız, çeşmeye zarar verdiniz ya da pis bıraktıysanız kim olduğu fark etmez ağzına geleni söyler küfrü basardı. Bir de gür sesi vardı ki yedi mahalleden duyulurdu. Daha olmadı belediyeye şikâyet ederdi. Kendine özgü tavrı ve mahalleyi sahiplenmesi ile renkli bir kişilikti.

Yol yapım kazıları sırasında suyu çeşmeye taşıyan boruların pişirilmiş kil künkler olduğunu gördüğümde beni hayrette düşüren, toprak künklerin pürüzsüz, parlak ve çok düzgün bir döküm olması ve birbirine geçme oluşuydu. Kim bilir bu künkler nerelerdeki suyu bu çeşmeye taşıyordu. Yol yapımı sırasında özen gösterilmeyen bu künklerin bir kısmı hasar gördü. Hasar gören kısımları kiremit, taş parçası ve harç ile tamir etmeye çalıştılar. Bu yamalama onların ilk yapıldığındaki pürüzsüz döküm ve işçiliğe hiç yakışmamış, eskinin ustalığı ve sorumluluğu ile şimdinin arasındaki yaklaşımı ve sorumsuzluğu, baştan sağma iş yapmayı ortaya koyuvermişti.    

Sonraki yıllarda yapılan yeni binaların da fosseptikleri kanalizasyon sistemine bağlanmaya başlayınca çeşme suyuna kanalizasyon karıştığı dedikodularının başlaması çeşmeye ilgiyi azalttı. Yol çökmesi ve tekrarlanan yol tamirleri için yapılan kazılar sonunda kanallar bozuldu, körlendi, su gelemez oldu. Kuruyan çeşme halen bir sembol olarak yerini muhafaza ediyor.

İBRAHİM EFENDİ ÇEŞMESİ (Miladi: 1732)
Hisar yokuşunun orta kısmında yer alır. Bu çeşme yokuş üzerinde olduğundan daha çok çevredekiler ve sucular kullanırdı.

Kaynak:http://www.suvakfi.org.tr/detay.asp?id=785 
Rumelihisarında Ali Pertek Caminin yukarısında Arpaçı Çeşmesi sokakta bulunan bu çeşme , kesme taştan klasik tarzda yapılmıştır. Sivri kemerinin altında ufak bir ayna taşı ve tas koymaya mahsus iki hücresi vardır. Hazne duvarları sıva ile örtülmüş ve bu sıva yer yer dökülmüştür. Teknesi esas şeklini kaybetmiştir. Suyu kesiktir. Kemerinin üzerindeki kitabe şöyledir:  
“Didim atşâna izzî resm-i osmaniyle tarihin”
“İç İbrahim Efendi çeşmesinin mâ sana zemzem”  ( Hizcri: 1145) 
Çeşmeyi yaptıran İbrahim Efendi’nin kim olduğu öğrenilemedi.

ÇEŞME (Mektep Sokak)
Bu çeşmede arkasında su toplama haznesi olan halen de suyu akan bir çeşmedir. Çeşme gri yüzlü ve birçok yeri duvar yosunları ile kaplıdır. Üzerinden de böğürtlen çalıları ve yabani sarmaşıklar sarkar. Meydan Mahallesinden inen yol ile Mektep sokağın kesiştiği noktada yol kodundan yüksektedir. Önünden sahile inen Arnavut kaldırımlı yol birçok fotoğrafçıya ve ressama konu olmuştur.

RAKIM MEHMET PAŞA ÇEŞMESİ (1715)
Sahildeki Ali Pertek Cami önündeki çeşmedir. Orijinal halini hatırlamıyorum. Çeşme yenilenip, Terkos suyu bağlandıktan sonra sucuların su taşıdığı önemli bir çeşme oldu.

Denizden çıktıktan sonra evin yolunu tuttuğumuzda elimizi, kafamızı, ayağımızı yıkadığımız, deniz kenarında bulunduğumuzda susuzluğumuzu giderdiğimiz, sandalla uzun süreli denize açılacağımız zaman meyve, salatalık, domates yıkadığımız çeşmeydi.

BANYO (YIKANMA)
Banyo yapmamız için su temini, suyun ısıtılması vb. bir dizi hazırlık yapmak gerekiyordu.  
Banyo köşesine yerleştirilmiş, beton ocak üzerine oturtulmuş, büyük bakır kazandaki su odun, tahta parçaları, çalı çırpı yakılarak ısıtılırdı.

Yıkanma suyu sıcaklığı mermer kurnada arzu edilen sıcaklığa göre ayarlanır, ayağımızın kaymaması için tahta takunya giyilirdi. Alçak tabureye oturulur, kurnadaki suyu hamam tası ile baştan aşağı dökerek yıkanırdık. Yıkanırken sıcak suyun ziyan olmaması ve bir sonra yıkanacak kimseye de yetecek sıcak su bırakılmasına özen gösterilirdi. Banyolar yanan odun ateşinin sıcaklığı ve buharla ısıtırdı. Yıkanma uzun sürmüş ve kazanın altındaki odun azalmış ise biraz titreme durumları yaşanır, gidermek için üzerimize biraz sıcak su dökerdik.

Sıcak su durumuna göre banyo yapmaya arka arkaya girilirdi. Su soğumuşsa sıranız gelse de suyun ısınmasını beklemek durumundaydık.

Banyo yapmanın bir başka yolu da Robert Kolej’e gitmekti. Orada kalorifer ve sıcak su kömür kazanları ile sağlanıyordu. Güvenlik noktasındaki çalışanları tanır ya da orada çalışan tanıdığımıza gideceğimizi söyler, sonra da duşların olduğu banyoya gidip bol ve sıcak su ile yıkanırdık.  


Kadıköy’e ananeme gittiğimizde bol su ile yıkanma fırsatı bulurduk. Onun banyosunda kazan yerine yine odunla ısınan silindir seklinde bakır termosifon vardı. Termosifonun ortası baca gibi olduğundan alt kısımda yanan odunun çıkardığı ısı termosifonun ortasından yukarıya bacaya gittiğinden su daha çabuk ısınırdı. Sıcak su kullanımı çok olduğunda onda da bekleme sorunu olurdu. Burada tek ayrıcalık şehir şebeke suyu ile bolca yıkanmaktı. Sevmediğim bir tarafı ise siyah çimentolu mozaik klasik hela taşı üzerindeki ayak basma yerlerine denk gelecek şekilde hamam taburesi koyup hela taşı üzerine oturarak banyo yapmaktı.   

Takvor Teodorosyan Ağustos/2015

8 Ağustos 2015 Cumartesi

RUMELİHİSARI ANILARI (HAVUZ / KAYIKHANE)


Kayıkhaneler sandalların istirahatgahı olması yanında, insanları denizle buluşturan, daha doğrusu insanla denizi göz hizasına getiren mekanlardı. Bu mekanlarda denizle buluşur, onunla kucaklaşılırdı. Ne yazık ki günümüzde kıyıların süsü kayıkhaneler betonla kaplandı ya da önüne beton yollar çekildi.

Bir başka kaybettiğimiz şey de “V” şeklindeki sandal yanaşma merdivenleridir. Sandal, sahildeki bu merdivenlere yanaşır “V” nin ortasındaki sahanlığa inilir istenilen istikamette sağdaki ya da soldaki merdivenlerle sahile çıkılırdı. Şimdilerde ise kazara denize düşenin kolaylıkla sahile çıkabilmesi için çareler aranır oldu.  

Karpuz kabuğu artık her mevsim denize düşebilsede benim çocukluğumda büyüklerin söylemi ve alışkanlığı  “Karpuz kabuğu denize düşmeden denize girilmez” denirdi. Haziran ayının ikinci yarısından sonra denize girmeye başlardık. Deniz mevsimini erken açanlarda vardı tabii ki.

Babam denize götürecek diye hafta sonlarını iple çekerdim. Annem beni hazırlar, ama denize gelmezdi. Gelecek olsa da etraftan çekindiğinden denize girmez bizi seyrederdi. Evden çıktığımızda, kapısının önünü süpüren, penceresinden bir şeyler silkeleyen komşularımızla kısa sohbetler yapılır, hal hatır sorulurdu.  Komşu “Bizim çocukta istiyor sizinle gelsin” der çocuk bize dâhil olurdu ya da “Çarşıda, bizim beyi görürseniz söyleyin, gelirken ekmek getirsin” mesajını yollardı. Kadıköy’de oturan Teyzem bizde kalıyorsa o da bizimle beraber gelirdi. Teyzemle, aramızdaki en büyük sorun körüklü Kodak fotoğraf makinesini kimin taşıyacağıydı. Bu yüzden sürekli tartışırdık. HüsHüsHHSahile indiğimizde, rastladığımız tanıdıklar ile selamlaşır, ayaküstü sohbetler yapılırdı. Ben de biran önce havuza gitmek için sabırsızlanır mızmızlanırdım.  

Havuz, eski bir balıkçı barınağı, bir kenarı asfalt yolun duvarı, yan ve ön kısım beton blok, sağ tarafı ise kayıkhaneydi. Sol tarafta su akımı olması için bir delik bırakılmıştı. Havuzun kayıkhane tarafı sığ olup, diğer tarafa doğru hafifçe derinleşirdi. Tabanı irili ufaklı taşlıydı. Deniz tarafındaki duvarda bir sandal girecek kadar açıklık vardı. Havuz, yüzme bilmeyenlerin, çocukların vazgeçilmez mekanıydı. Yüzme bilenler havuz kenarındaki beton blok üzerinden boğazın derin, akıntılı, serin sularına atlar, yüzerek havuz ağzından ya da kalelerin önünden karaya çıkarlardı. Birtakım figürler yaparak, bağırarak denize atlayanları seyrederdik. Birçok kişi yüzmeyi bu havuzda öğrenmiştir.

Elbiselerimizi ve eşyalarımızı kayıkhanedeki bir sandalın içine yerleştirir, doğru denize koşardım. Girdim mi çıkmak bilmezdim. Uzun süre suda kaldığımda titrer, dudaklarım morarırdı. Babamın dışarı çıkıp güneşlenmek konusundaki uyarılarını dikkate almaz “Baba birazcık daha, ne olur biraz daha..” larım bitmek bilmezdi. Dışarı güneşlenmek için çıktığım zamanları fırsat bilen babam beni birilerine emanet eder ya da sıkı sıkıya kendisini beklememi tembih ederek yüzmeye giderdi. Onun, atlamasını ve kulaç atışını hayranlıkla izler onun gibi olmaya özenirdim.

Behzat (Güç) ağabey beni sırtına alır derinde yüzdürür, cesaret kazanmama yardımcı olurdu. Havuzda yüzmeyi öğrendim, ama derinde tek başına yüzmeye cesaret edemiyorum. Amcam bir gün dayanamadı. Bu böyle olmaz deyip beni tuttuğu gibi havuz başından derine fırlattı. Babam endişeli, amcam gözü pekti. Korku ve heyecanla başlayan bu deneyimden sonra derin sularda yüzmeye başladım. Kulaç atmaya gerek kalmaz, akıntı istediğiniz yere kadar sürüklerdi.

Havuzun üst tarafında büyük demir ışıklı çapa panosu üzerinden balıklama denize atlayanları hayranlıkla izlerdim. Bu tür bir şeye ne imrendim ne de cesaret ettim. Bu atlayışlar çok riskliydi. Nitekim bölgeyi bilmeyen kişilerin balıklama atlayarak kafasını dipteki kayalara çarparak ya da gelişigüzel denize atılmış inşaat demirlerine saplanarak hayatını kaybettiğini çok duymuşuzdur.

Yaz aylarında İstanbul’un farklı semtlerinden ya da Rumelihisarı ile bir şekilde bağlantısı olmuş yurt dışındakiler yazlığa gelirlerdi. Kimi yazlık ev tutar kimi de yakınlarının yanına yerleşirdi. Katılan her kişi gurubumuza farklı bir renk ve hareket katardı. Kızlı, erkekli farklı yaş gruplarının oluşturduğu yaklaşık otuz beş, kırk kişilik karma bir topluluk oluşur, birlikte dolaşır, birlikte eğlenirdik.

Kilise tarafındaki mahallelerde oturan arkadaşlar boynunda havlu grup halinde,  ilginç mimarisi ile dikkati çeken Perili Köşk (Bugünkü Borusan Holding Binası) yanındaki uzun beton merdivenlerden sahile inerlerdi. Avcı Restoran karşısındaki kayıkhaneyi mekan tutmuşlardı. Kayıkhane bizlerin denize girdiği, güneşlendiği, şakalaştığı, oyunlar oynadığı, ortaya atılan bir konu üzerinde hararetli tartışmaların yapıldığı bir mekandı.  

Kayıkhane öğlene doğru kalabalıklaşırdı. Hafta içi kalabalığını daha çok okullu gençler, bayanlar ve çocuklar oluştururdu. Hafta sonu çalışan kesim de dahil olduğundan oldukça kalabalıklaşırdı. Kimileri dokuztaş, üçtaş oynar, kimi denize girer, kimi güneşlenir. Biri ortaya bir konu atar ilgi duyanlar fikri tartışmalara girerlerdi. Oyunda kaybedenlerin cezası kollarından bacaklarından tutularak beşik gibi sallayıp bir, iki, üç sayarak denize atmaktı. Güneş altında ısınmış biri için az sayılmazdı bu ceza. Denize girmek için atlama yerine kadar gelmiş bir türlü atlamaya cesaret edemeyenleri kollar, uygun bir pozisyon yakalandığımızda denize atmaktan zevk alırdık. Kayıkhanenin ön kısmı sığ kayalıktı. Biraz ileri gidildiğinde birden derinleşirdi. Yüzme bilenler yüzme bilmeyenlere öğretir, yüzme bilip korkanlara da refakat ederlerdi.

Kayıkhane dışında yüzdüğümüz yerler Çapa’ların yalısı ve Saray (Zeki Paşa Yalısı) önüydü. Yalıların önündeki yol açıkken kolaylıkla geçip gidiyorduk. Bir ara bu yolu yalı sahipleri kapattı. Zor da olsa bir şekilde geçiyorduk. Ama sahilin herkese açık olma fikri ve gençliğin verdiği heyecanla geçişime mani olmak isteyen yalı sahibiyle tartıştığımızda yalı sahibi bana boğazdan geçen Rus bandıralı bir gemiyi işaret ederek “Senin gemin geçiyor, sen oraya git” diye bağırdığını unutamam.

Kıyıya yakın geçen sebze, meyve, su, odun taşıyan büyük mavnaların egzozundan kesik kesik çıkan pata, pata.. egzoz sesleri mavnanın geldiğini uzaktan haber verir, mavnaya takılmak isteyenler hızlıca mavnaya doğru yüzer ve kenarlarında asılı lastiklere ya da arkasındaki filikaya takılırlardı. Zevkli olduğu kadar, tutunamayıp dümen suyuna kayma riski olduğundan mavna tayfası taşıdıkları ne ise daha çok sebze mavnaları patlıcan, domates, salatalık ne eline geçerse fırlatır, bağırır, küfreder takılmaya engel olmaya çalışırlardı. Ama nafile. 

Vakit öğleyi geçince, akşamüstü ne yapılacağı planlanır, acıkan karınları doyurmak için evin yolu tutulurdu. Deniz yorgunluğu ve yakıcı güneş altında yokuşu, merdivenleri çıkmak ağır gelir gözümüzde büyürdü. Konuşarak, şakalaşarak, tartışarak çıkıyorsak yokuşu nasıl çıktığımızı fark etmezdik.

Yemekten sonra yapacak bir şey yoksa, bahçedeki hamakta biraz siesta.

Boğazın bir başka etkinliği de Robert Kolej’in (Boğaziçi Üniversitesi olmadan önce)  her yıl yaz başında düzenlediği yüzme yarışlarıydı O dönemlerde boğazdan geçen gemi sayısı bugünkü kadar olmasa da can güvenliği nedeniyle bu yarışmalar sırasında boğaz trafiği geçişe kapatılırdı. Yüzücüler Kanlıca sahilinden başlar, yarış Rumelihisarı’nda sonlanırdı. Güvenlik ve gerektiğinde yardım için Türk ve Amerikan bayrağı asılı, beyaz boyalı sürat tekneleri takip ederdi. Hakemler Rumelihisarı sahilinde yüzücüleri bekler, finişe varan yüzücüler derecelendirilirdi. Halk sahil şeridinde toplanır yarışmayı izlerdi.

Yarışmalar özel olduğundan biz katılmadık. Aynı rotayı takip ederek boğaz geçişini bizde amatörce ve sandal refakatinde gerçekleştirmiştik.

Takvor Teodorosyan  Kasım/2013

7 Ağustos 2015 Cuma

HALİM PAŞA KORUSU

RUMELİHİSARI ANILARI (HALIM PASA KORUSU)

Genellikle Deli Bey’ in esrarengiz evinin geniş bahçesi altındaki toprak yolu takip eder yıkık duvarları geçtikten sonra Halim Paşa Korusuna varırdık. Bizi asırlık meşe, çınar, söğüt, defne ve çam  ağaçları karşılardı. Ağaçların arasında kalan büyük toprak saha iddialı maçlara, turnuvalara, yarışlara, şenliklere sahne olurdu. Bunun dışında set üstünde Küçük Sahamız vardı.

Baltalimanı yönüne doğru uzanan iri kaya taşlarla döşeli kıvrımlı yol bizi önce taş ocaklarına daha sonra da süngerli köşke ve korucunun evine götürürdü. Yoldaki taşlar arasından çıkan otlar, çiçekler, dökülen çam yaprakları bu yoldaki yaşanmışlıkları gizler gibiydi. Ağaçların altını birbirine geçmiş çalılıklar, nefti yeşil kokinalar ve kırmızı tohumlu sarmaşıklar süslerdi.

O zamanlar faaliyette olan taş ocakları kıyısına geldiğimizde kayalar ve uçurum ürpertirdi insanı. Bahar aylarında bu bölge katırtırnağı çiçekleriyle bezenirdi. Burnumuza gelen hoş kokusuyla varlığını hissettirirdi. Korunun alt kısmına ulaştığımızda çam ağaçlarının yerini büyük atkestanesi ağaçları alır, yol, kaybolur yamaca karışır, süngerli köşke doğru tekrar görünür olurdu.

Ulu atkestanesi ağaçlarının gövdesindeki çatlamış kabuklar arasında kırmızı üzerine minik siyah benekli kaplan böceklerinin üst üste sık kümeler haline topluca durduklarını ya da sıralar halindeki hareketlerini gözlerdik.

Yamacın sonunda, caddeye yakın korucunun evi, inekleri, kümes hayvanları, bacasından tüten dumanıyla tam bir köy evi manzarasındaydı. Korucunun evi yanında büyük yosun tutmuş yalağa, kaynak suyunu taşıyan kalın demir boru, delercesine çıkmıştı yamaçtan. İçilebilir kaynak suyu buz gibiydi. Halim Paşa korusuna pikniğe geldiğimizde köpekler bağlı ise gerek duyduğumuzda suyumuzu buradan temin ederdik.  Karşı yamaçta yıkıntı halinde dış cephesi çok gözenekli sünger görünümlü taşlarla kaplanmış harabe Süngerli Köşk.


Boğaz tarafına geldiğimizde, Karadeniz çıkışından Vaniköy’e kadar olan muhteşem manzarayı seyredebilirdik. Esen rüzgâr serinliği, tazeliği, canlılığı içimize taşır, manzaraya doyamaz bulunduğunuz yere çöker güzelliğin seyrine dalardık. Delik ve burma gövdeli zeytin ağacı tahribatlara, rüzgâra, zamana direniyordu. Kim bilir nelere şahitlik etmişti. Çok kişi zeytin ağacına ve boğazın güzelliğine kendini katıp, yaşadıkları o anı belgelemiştir. Aşıklar zeytin ağacı üzerine kazıdıkları kalp ve harflerle kendilerinden bir iz bırakmışlar.    

Piknik yapmayı planladığımızda herkes kendine düşen hazırlıkları yapar, yaygımızı, topumuzu, uçurtmamızı, çemberimizi, telden yapılmış arabamızı, salıncak ipini, bisikletimizi alır, konvoy halinde koru yolunu tutardık. Koruya vardığımızda uygun bir ağaç ya da makiliğin gölgesini seçer yaygılarımızı yayar, çimenlerin üzerine serilirdik. Ağaçlardan birine salıncak kurulması olmazsa olmazlardandı. Futbol, kulaktan kulağa, istop, yakar top, saklambaç, yağ satarım bal satarım, birdirbir, uzuneşek, yüksek atlama, uzun atlama vb. çeşitli oyunlar oynanır, kümelenmiş her gruplardan farklı sesler, muhabbetler yankılanırdı. 

Gençlik dönemimizde arkadaşlarla ve büyüklerimizin de katıldığı gruplarla çıkılırdı koruya. Ortaya atılan bir konu tartışılır, oyunlar oynanır, Nişan (Gedik) arkadaşımızın akordeonundan çıkan melodilerle dans eder, kadrin oynanırdık. Koruda gezinenler sarardı etrafımızı. Seyrederler, alkışlarlar coşkumuza coşku katarlardı.
Korudaki bir başka keyfimiz klasik müzik dinlemekti. Futbol sahasının alt kısmındaki hafif meyilli yamaca yerleşir, pilli pikabın kolunu uzunçaların başlangıç boşluğa usulca bırakır, doğa dekoru içinde müzik dinlerdik. Almanya’dan gelen işçilerin beraberinde getirdiği pilli radyolar revaçta, kimi transistorlu radyosunu omzuna yerleştirmiş dinleyerek dolaşıyor, kimi başucuna koymuş dinlerdi.
Soba yaktığımız zamanlar koruya çıkar çamlardan dökülen kozalakları ve kuruyup dökülmüş çam dallarını toplardım. Kozalakları kor olmuş sobanın içine attığımda çatır çutur patlayarak yanışından hoşlanırdım. Soba kapağı açıksa kıvılcımlar dışarı kadar fırlardı.

Koru aynı zamanda av alanımızdı. Yoğun kar yağdığında sapanla çulluk avlamak için koruya çıkardık. Nışan (Gedik) bazen babası Şahin amcanın tüfeğini alır, gözlerimiz çalılar arasından havalanacak çullukları gözlerdi. Genellikle elimiz boş dönerdik. Bizimki kuş avlamak değil hevesti, maceraydı.

Mart ayı, basılmamış yerler karlı. Tabiat yeniden canlanmaya başlamış. Tesadüfen çalıların altında mor kır menekşesi fark ettim. Yaklaşıp elimle çalıları kaldırdığımda birçok kır menekşesinin bir arada olduğunu gördüm. Korunmak için çalı dibine gizlemişlerdi sanki. Bu hava şartlarında bu güzelliğe rastlamış olmak şaşırtmıştı beni. O günden sonra her yıl Mart ayında kır menekşelerini görmek için koruya çıktım. Her sene giderek sayıları azaldı, sonunda rastlayamaz oldum.

Bahar ayında, rengârenk kır çiçekleri, boru çiçekli sarmaşıklar özellikle de beyaz papatyalar koru yamaçlarını süslerdi. Büyük sahanın alt kısmındaki yamaç papatya tarlası gibi olurdu. Kimi bu güzellilerin içine girer fotoğraf çekerdi, kimi papatyalardan sevdiğine taç yapardı.   

Temmuz ayı, bugün Rumelihisarı Surp Santuht Ermeni kilisesinin günü. Rumelihisarı dışından gelenler de oldukça fazla. Kilise bahçesinde, üst üste sıralar halinde konmuş torbalar ve sepetler ayinin bitmesini bekliyor. Kilise bittikten sonra ahalinin bir kısmı kilise bahçesinde verilen ayin yemeğine katılır, bir kısmı da torbasını sepetini alıp Halim Paşa Korusuna pikniğe giderdi. Kilise çıkışı rengârenk kıyafetli, şapkalı, neşeli gruplar şarkılar söyleyerek, naralar atarak koru yolunu tutardı. Bazen kapımız çalınır su isterler bazen de koruya giden yolu sorarlardı. Korunun pazar günü kalabalığına bir de bu gruplar eklendiğinde panayır yeri gibi olur, her bir köşeden neşe, müzik, enerji fışkırırdı.

Yurtdışından ya da ender gelen misafirlerimiz, akrabalarımız geldiğinde evde yenir içilir, karınlar şişince misafirimizi memnun etmek ve Boğaziçi’nin eşsiz manzarasını sunmak için yürüyüşe çıktığımız yerlerden biriydi Halim Paşa Korusu.  

Mayıs ayı teyzem Nadya nişanlısı ile bizi ziyarette gelmişlerdi. Öğle yemeğimizi yedik, kahveler içildi. Eniştem Garbis “Hadi söyle bir çıkalım, dolaştır bizi” dedi. En güzel yerlerden biri Halim Paşa Korusu diye düşündüm. Salih Bey sokaktan yukarı çıktık Boğaz manzarasını seyrettikten sonra Koru içine taş ocaklarına doğru yürüyoruz. Çok sevdiğim katırtırnaklarından ve kokusunun güzelliklerinden bahsettim, size de toplamamı ister misiniz? diye sordum. Onlar dünden razı “sen git biraz topla” dediler. Ben en güzellerinden toplamaya uğraşıyorum. Bir ara baktım ortada yoklar. Elimde kocaman bir demet katırtırnağı ile geri döndüm. Sonradan teyzem gerçeği itiraf etti.  


 Takvor Teodorosyan Mart/2013