RADİKA
Çocukluğumda kırlara, dağlara ot
toplamaya giderdik. Babaannem hacılı Surpik ve yakın komşularımız Şükriye
(Kulan), Bedia (Öksüz) yenilebilir otları iyi tanır ve bu otlarla çeşitli yemekler,
salatalar yapmayı iyi bilirlerdi. Kırlarda dolaşmayı sevdiğimden peşlerine
takılırdım. “Bir otun yenilebilir olduğundan şüpheye ediyorsan, ot yiyen
hayvanın önüne at, yerse sen de yiyebilirsin” derlerdi. Otlar bıçak ucu ile
toplanır, sazlı olmasın diye yeni sürmüş körpe olanlar tercih edilirdi. Ot
toplamanın en iyi zamanı bahar ayları ya da yağmurdan birkaç gün sonrasıydı. Karşılaşılan
otlar bazen geçmişteki yaşanmışlıkları hatırlatır, öğreten kişi yâd edilir,
hatıraların anlatılmasına aracılık ederlerdi.
Herkesin kendine özgü ot toplama yöntemi
vardı. Kimi toplarken tozunu toprağını silkeler, kimi olduğu gibi torbasına
doldurur temizlemeyi sonraya bırakırdı. Yemeğin tadını etkileyeceği nedenle bazı
otlar daha az, bazıları daha çok toplanırdı. Topladığımız otlardan ebegümeci,
labada, hindibağ (radika), şevketi bostan, gelin parmağı
, kuzu gevreği,
kazayağı, ıştır, ısırgan otu, sarıpapatya, deve dili, sakız ağacı, su teresi,
yabani pırasa, kuşkonmaz, kuzukulağı, yabani semizotu, ısırgan otu, dağ kekiği
hatırlayabildiklerim.
Havanın ve doğanın davetkarlığına
dayanamamış olacaklar ki üç kafadar bugün ot toplamaya gitmeyi
kararlaştırmışlar. Duyduğumda dünyalar benim olmuştu. Babaannem, amcamın akşam boşalttığı
rakı şişelerinden birini şöyle bir çalkalar, içine, içme suyu doldurup ağzını
mantarla tıkadı. Birkaç dilim ekmek kesip sandviç yapar, yolluk hazırlar, Birinci
sigarasını ve kibrit kutusunu hırkasının ceplerine koymayı ihmal etmezdi.
Günlük işler sıraya konduktan
sonra komşularla bahçede buluştuk. Hep birlikte yola koyulduk. Kadınlar bir
yandan sohbet ediyorlar bir yandan da geçilen güzergahta gözleri yerdeki otları
tarıyordu. Arkadaşlarımın birçoğu mahallede kalıp oyun oynamayı tercih
ettiğinden ot toplamaya giden tek çocuk benim.
Kışlak sokaktan Meydan
Mahallesine doğru ilerliyoruz. Yol kargacık burgacık, çukurlu, taşlı, topraklıydı.
Yağmur yağdığında balçık çamur olurdu. Yolun iki tarafı sarmaşık otu ile iç içe
geçmiş böğürtlen çalılarıyla kaplı. Sol tarafta defne, ceviz, akasya ve iç içe
girmiş yabani birçok ağaç Mehlika hanımın bahçesine çit oluşturmuş, o kadar
sık, yüksek ve birbirine girmiş ki eski büyük ahşap ev ağaçların arasından
zorlukla görülebiliyor. Bu evin kendi haline bırakılmış bir havası vardı. Seyrek
olarak Mehlika hanım ya da tanımadığımız birileri gelir bir süre kalırdı.
Yolun sağ tarafındaki dik taş
merdivenler, set üstündeki birkaç katlı beyaz boyalı, ahşap panjurlu eve çıkardı.
Evin sokağa bakan bahçesindeki asma çardağında yetişen iri salkımlı beyaz
üzümlere hep imrenirdim. Bahçenin köşesinde bir demet gibi fışkırmış kartopu
çiçekleri, önde tek sıra halinde dikilmiş güller süsledi bahçeyi.
Köpeklerin saldırısına uğrama
korkusuyla temkinli yola devam ediyoruz. Sessiz ilerleyişimizi, sağ taraftaki Amerikalıların
oturduğu evin bahçesinden gelen güçlü köpek havlamaları bozuyor. Köpekler yol
kenarındaki yüksek duvarın üzerinde iseler rahatlıkla yola devam ediyoruz.
Bahar ayında defne ağaçlarının
sarı ve bol polenli, akasyanın beyaz, salkımın mor çiçekleri ve yaydığı güzel
kokular insanı baştan çıkarırdı. O kadar ki bu güzelliklere dayanamayıp
uzanabildiğim yüksekliklerden salkım ve akasya çiçeklerinden birkaç çiçek salkımı
koparır, kokularını içime çekip, çiçeklerini yerdim. Böylece onları daha çok
hissederdim.
Arnavut kaldırımlı Arpa Emini
Sokak girişini böğürtlen çalıları ve kuzuların çok sevdiği beyaz çiçekli yabani
sarmaşık otları bürümüş. Yolu kapatacak kadar sarkan sarmaşıklardan sokağın az
kullanıldığı her halinden belli. Bu yol Feridun Çölgeçen ve Mari-Nazaret
Dirilen’ in evine ve yatıra çıkıyordu. Yaşlı, tonton Alman karı kocanın
oturduğu iki katlı bahçeli betonarme evi geçiyoruz. Bu evi daha sonraları İngilizce
öğretmeni Nezahat Hanım satın aldı.

Koyu yeşil, parlak yaprakları ve
kuvvetli vantuzlarıyla ebedi bir dost gibi bir daha sökülmemesine duvara yapışmış
sarmaşıkların sardığı, kare oluklu, kuru (harçsız) taş duvarların yanından
yürürken sarmaşıklardan bir yaprak kopardım. Sarmaşıklar arasına gizlenmiş
kaplan kelebekleri etrafa uçuşuverdi. Kelebeğin siyah ve kırmızı renkleri göz
alıcı ve muhteşemdi. Dış kanatları siyah üstünde beyaz şeritlerle süslü, uçtuğunda
siyah kanatlar altına gizlenmiş, ateş kırmızısı kanatlar ve üzerinde minik siyah
benekleri insanı doğaya aşık ediyor.
Fotograf: http://www.fotokritik.com
Duvarın gerisinde, set üzerindeki
bahçelerde defne, kestane ve çam ağaçları birbirine geçmiş aralarındaki
boşlukları çalılar doldurmuştu. Defne ve kestane ağaçlarının dalları duvardan
aşağı sarkıyordu. Kestane zamanı gelip geçerken yola düşen kestaneleri toplar
ya da ağaca taş, sopa atarak kestaneleri düşürmeye çalışırdık. Dikenli açık
yeşil kabuklu kestaneler yere düştüğünde olgunlaşmış olanlar ikram edercesine
parlak kahverengi kestanelerini etrafa saçardı. Yol boyunca duvar dibinde yetişen
yapışkan yapraklı otların yapraklarını koparıp birbirimize yapıştırarak şakalaşırdık.
Deniz tarafındaki Boğaz manzaralı
boş arsaya giriyoruz. Buradaki otlar basılmamış olduğundan korunmuş olurdu. Şimdi
bu arsalar üzerinde yan yana sıralanan beton bloklar yoldan geçenlere perde
olmuş durumda. Daha sonra ilkbaharda okulların kapanmasına yakın açık havada
ders yaptığımız, Şair Nigar İlkokulu’na gelmeden önceki yeşil alanı geçip, Beyaz
evin önünden Meydan Mahallesine doğru ilerliyoruz.

Solda bahçe içinde yoldan içeri
çekilmiş Bedik ve Bedros ağabeylerin ahşap evi, karşısında ise etrafı duvar ve
tel örgü ile çevrilmiş, bahçesindeki Amerikan İlkokulu bahçedeki ulu at kestane
ağaçları arkasına gizlenmiş. Kestane ağaçları, baharda koni şeklinde pembe,
beyaz çiçekleri ile taçlanır, sonbaharda ise olgunlaşan kahve renkli parlak
kestanelerini ve savaş topuzuna benzer yeşil kabuklarını yerlere saçardı.
Cazibesine dayanamayıp kestaneyi elime alır sonra da ne yapacağıma karar
veremediğimden fırlatır atar ya da bir tekme vurarak yuvarlanışını izlerken ulu
çınarın bulunduğu Meydan Mahallesine geldiğimi fark ederdim.
Sağa doğru kıvrılarak fındık
ağaçlı bahçeler ve Amerikalıların oturduğu ahşap beyaz boyalı, yeşil ahşap panjurlu,
çatı katlı evlerin arasından Cevizli Tarla’ya doğru yönlenirdik. Kalebahçe
sokağının sonuna geldiğimizde Robert Kolej evlerinin arasında bulunan dar bir
geçitten Cevizli Tarlaya giriyoruz. Bu geçidin iki tarafında evlerin bahçe
çitini oluşturan biberiye ve beyaz kokulu çiçekler açan bir tür şimşir, çit bitkisi
dikilmiş. Geçerken biberiyelere sürtündüğümüzden etrafa mis gibi kokuları yayılırdı.
Dar geçitten sonra bizi geniş ve yemyeşil bir vadi, Cevizli Tarla karşılıyor.

Cevizli tarla, Robert College
(Boğaziçi Üniversitesi) ile şehitlik ve Dua Tepe (Kekik Tepesi) arasında kalan
bölgeydi. Otlar çok basılmamış, kuytu bir yamaç olduğundan ot toplamak için çok
uygun alanlardandı. Robert Colage mezunları bu alana her yıl hatıra çam fidanı
dikerlerdi. Her çam ağacının altında ağacı kimlerin ne zaman dikildiğini
gösterir mermer plakalar konmuştu. Tepenin alt yamaçları nemli ve ağaçların
gölgesinde kaldığından otlar oldukça büyümüş olur, arasına girdiğimde kaybolurdum.
Boyumu geçen otların içinde yürümek, yuvarlanmak hoşuma gider, geriye dönüp
baktığımda kanal şeklinde bıraktığım izleri görürdüm.
Fotoğraf: Maziden Fotoğraflarla Türkiye

Farklı renk ve güzellikte irili
ufaklı kelebeklerin peşinden koşuyorum. Beyaz sarı renkli, açık kahve ve küçük
açık mavi kelebekler çoğunluktaydı. Radikaların mavi çiçekleri ile minik mavi
kelebeklerin renk tonları birbirine çok yakındı. Sanki bir örnek olsunlar diye birbirleri
için yaratılmıştı. Nadiren de kaplan kelebeklerine rastlıyordum. Kelebek
yakalamakta çok başarılı olmasam da peşinde koşmak beni eğlendiriyor. Onlar o
kadar narin ve hassaslar ki tesadüfen yakalayabildiğimde istemeden de olsa onları
ölümüne neden oluyordum.
Fotoğraf: B. Özkaya
Bahar aylarında kırların
güzelliğine doyum olmaz. İlk olarak kısa saplı beyaz ve sarı kır papatyaları, ballıbabalar
daha sonra da uzun saplı beyaz papatyalar çıkar, radikanın mavi, ballıbabanın
mor, mavi minik kır çiçekleri daha birçokları kırları süslerdi. Bu güzellikleri
görünce dayanamaz, duyduğum sevinci ve heyecanı paylaşmak için bakım ne güzel
diye bağırmaktan kendimi alamazdım. Annem papatyayı çok sevdiğinden onun için
bir demek papatya toplamayı ihmal etmezdim.
Ballıbabanın çiçeklerini sapından
ayırır çiçeğin alt kısmını emerdim. Bunu mahalle arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Tatlımsı
bir lezzeti vardı. Bir başka eğlence de pisipisi otlarıydı. Bu otların başak
gibi kısımlarını meydana getiren parçaları ortadaki omurga gibi olan kısmı
kırmadan tek tek koparmak marifetti. Hatta bunu sabırla başarabilene “Akşam
yastığın altına koy” sana uğur getirir ya da paraya dönüşür denirdi. Yine
pisipisi otunun başak kısmını iki elimizin avuç içi arasına sıkıştırıp ellerimizi
ileri geri hareket ettirdiğimizde başağın ellerimiz arasında ileriye doğru hareket
ettiğini görürdük. Pisipisi otunun kalınlaşmış içi boş gövdesini keser, üzerine
bir iki çentikle düdük yapardık.
Kırlardaki çiçekler, kokulu
bitkiler, kozalaklar, değişik ağaç kabukları gibi hoşuma giden birçok şey ilgimi
çekerdi. Kendimi özgür ve mutlu hissederdim. Fıstık çamından yere dökülmüş kozalaklara
içi dolu mu diye bakar, kozalak yere düşerken etrafa saçılmış fıstıkları
toplamak için etrafa göz atardım. Fıstıkların üzerindeki siyah tozun
pantolonumu kirleteceğine aldırmadan cebime doldururdum. Çam ağacının
gövdesinden kopmuş ağaç kabuklarını tekne gövdesi şeklinde yontup, ortasına
açtığım deliğe bir sopa yerleştirerek yelkenli yapar, leğende yüzdürürdüm.
Yorgunluk atmak için uygun bir
yerde mola verdik. Kimi sigarasını tüttürdü, kimimiz yolluklarımızı yedik. Yorgunluk
atıldıktan sonra tepeye doğru tırmanmaya başladık. Nafi Baba Türbesi ve yamuk
yumuk duran, bazılarının tahrip edildiği Arapça yazılı mezar taşlarının
bulunduğu Şehitlik Tepesine vardık.

Türbe camına yaklaşarak dua edildi.
Pencerelerindeki demir parmaklıklara bağlanmış çeşitli bez, iplik, kâğıt
parçaları, cam kenarına konmuş taşlar ve yanmış, erimiş mumlar ziyaretçilerin
dileklerine aracılık ediyordu. Birkaç yaşlı selvi ağacı ve maki çalılıklarının süslediği,
rüzgârlı tepe birçok Türk filmine de plato olmuştur. Bu tepeye geldiğimizde kaleler
ve Robert Koleje üzerinden Küçüksuyu, Vaniköyü ve boğazın güzelliği
seyredilirdi. Issız ve gözden ırak bir tepe olduğundan çevreden gelen arabalı aşıkların da mekanıydı. Bugün bu alan Boğaziçi Üniversitesi Kampüsü içine dahil edilmiştir.
Fotoğraflar: http://www.okck.net
Kekik tepesine vardığımızda, minik
koyu yeşil yapraklı, sarmaşık gibi dağa sarılan yaban kekiklerini yalayarak
bize ulaşan serin Boğaziçi rüzgârını içimizde hissederdik. Aynı zamanda bu tepe kendi yaptığımız uçurtmalarla yarıştığımız tepedir. O günkü kekik tepesi bugün otobüs manevralarına ve restoranlara yerini bıraktı.
Babam, kekik tepesinin (Dua Tepe)
rüzgarlı olmasından dolayı eskilerde harman yapıldığını, Rober Kolej
tarafındaki tepede Dero’nun mandırasının olduğunu, mandırasından çok güzel süt
ve kaymak aldıklarını, ineklere yem olsun diye dikilen şalgamlardan yemek
yapmak için topladıklarını anlatırdı. Benim tepelerde dolaştığım zamanlarda bu anlattıklarından
birkaç yıkık duvardan başka bir şey kalmamıştı.
Bir
başka ot toplama rotamız da Kaptan Kazım Meral ve eşi Kezban Hanımın
evi ile Mahmut amcanın bahçe duvarındaki yatırı geçip Bedri Amcanın bostanını
takip ettiğimiz yoldu. Böğürtlen çalılıklarının çit yaptığı bahçeleri geçip
Bedri amcanın tek katlı evinin önüne gelirdik. Bedri amcanın eşi Nevzat hanımın
izin gününe denk gelmişsek bizi evin önünde karşılardı. Nevzat teyze kalın
gözlüklü, zayıf, esmer, kısa boylu, mütevazı, güler yüzlü, hoş sohbet, sigara
içmekten kalınlaşmış sesiyle hal hatır sorar, ayaküstü sohbet ederdi. Bedri amca
sinirli gününde değilse ve de evin durumu uygunsa Nevzat Teyze dönüşte uğrayın
der bizi ısrarla akşamüstü çayına davet ederdi.
Toprak yoldan Rumelihisarı üstüne
çıkıyoruz. Bahçe içindeki at ve inek barınaklarından gelen pis kokular sütçü
Ali’nin bahçesine yaklaştığımızı belli ediyor. Sütçü Ali’nin büyük bahçesinde dut,
ceviz, ayva ve daha birçok meyve ağacı vardı. Ali, süt ve bahçesinde yetişen
meyveleri satar, dut zamanı dut ağaçlarını dutçulara kiraya verirdi.
Ermeni Mezarlığı önündeki meydana
geldiğimizde Bedri amcanın ekip biçtiği meydanın sağ tarafında bulunan sürülü
tarladan mevsimiyse bol mikt
arda yabani pırasa toplardık. Yabani pırasanın tadı
taze sarımsağa benzer. Baş kısmını beyaz, mimik yavru soğancıkların süslediği,
püsküllü sarımsak başı şeklinde, sap kısmı ince pırasa gibi. Toprağa yakın sap
kısmından tutularak usulca çeker kökü ile sökmeye çalışırdık. Toprak sıkı ya da
kuru ise sökmek kolay olmazdı.
Eğer vakit uygunsa, Ermeni
mezarlığı yanındaki yamaçtan aşağı inerdik. İki tepenin kesiştiği vadide suyu
cılız bir dere ve dere kenarında topraktan kaynayan kaynak suyu vardı. Buz gibi
tertemiz suyla elimizi yüzümüzü yıkar ferahlardık. Taş ve toprak arasından kaynayan
suyu toprak kalkmasın diye usulca avuçlar içerdik. Kadınlar dere kenarındaki körpe
su teresi ve açık yeşil minik yapraklı kuşkonmaz otlarından toplarken bende dere
içinde su yüzüne çıkan kayaların üstüne ayakucu ile basar bir taraftan öbür
tarafa zıplar, sularla oynardım. Burada bir süre dinlenir, su kenarında
çıkınımızda kalan yolluklarımızı yer, yine ot toplayarak aynı yoldan geri
dönerdik. Şimdi bu alanda Fatih Sultan Mehmet köprüsüne bağlantı yolları
bulunmaktadır.
Nevzat ya da Kezban (Meral) hanım
bizi çaya davet etmişse doğru davet aldığımız yere gider, ağaç gölgesi ya da
çardak altında herkes kendine uygun oturacak bir yer bulur, yerleşir önüne
yaygısını açar topladığı otları ayıklar, ayırırdı. Ben de meyve ağacı ya da
asma varsa gözüm onlarda olurdu. Bedri amca yoksa ve kimse ses etmiyor yavaştan
meyve ağaçlarına yanaşırdım. Çay, yanında bisküvi, kurabiye, börek bazen de
kahvaltı sofrası gibi ekmek, peynir, zeytin ikram ederlerdi. Yabani pırasa
toplamışsak taze ekmek, zeytin ve yabani pırasa yemek en çok sevdiğim şeydi. Hava
kararmaya doğru herkes evinin yolunu tutar akşam yemeği için hazırlıklar
başlardı.
Günümüzde semt pazarlarında ya da
eski İstanbulluların yaşadığı semtlerde radika satıldığına rastladığımda Rumelihisarı
günlerimi, çocukluğumu hatırlarım.
Radika Salatası;
Bizim evimizde yapıldığı şekliyle; Radikalar bol su ile yıkandıktan sonra suyu
süzülür, çukur bir kaba konur. Üzerine salataya tuz eker gibi biraz tuz
serpilir. Elle mıncıklanarak öldürülür. Mıncıklanan radikaların acılığı ve
diriliği gider. Avuç içinde sıkılan radikalardan akan yeşil su atılır. Sıkılan
radika ayrı bir kaba konur. Birkaç diş sarımsak küçük parçalar halinde
doğranarak radikalara eklenir. Zeytinyağı, limon isteğe bağlı olarak sirke ile
hazırlanan sos ilave edilerek iyice karıştırılır. Fotoğraf: http://nergismevsimi.blogspot.com.tr
Takvor Teodorosyan Ocak/ 2013