8 Ağustos 2015 Cumartesi

RUMELİHİSARI ANILARI (HAVUZ / KAYIKHANE)


Kayıkhaneler sandalların istirahatgahı olması yanında, insanları denizle buluşturan, daha doğrusu insanla denizi göz hizasına getiren mekanlardı. Bu mekanlarda denizle buluşur, onunla kucaklaşılırdı. Ne yazık ki günümüzde kıyıların süsü kayıkhaneler betonla kaplandı ya da önüne beton yollar çekildi.

Bir başka kaybettiğimiz şey de “V” şeklindeki sandal yanaşma merdivenleridir. Sandal, sahildeki bu merdivenlere yanaşır “V” nin ortasındaki sahanlığa inilir istenilen istikamette sağdaki ya da soldaki merdivenlerle sahile çıkılırdı. Şimdilerde ise kazara denize düşenin kolaylıkla sahile çıkabilmesi için çareler aranır oldu.  

Karpuz kabuğu artık her mevsim denize düşebilsede benim çocukluğumda büyüklerin söylemi ve alışkanlığı  “Karpuz kabuğu denize düşmeden denize girilmez” denirdi. Haziran ayının ikinci yarısından sonra denize girmeye başlardık. Deniz mevsimini erken açanlarda vardı tabii ki.

Babam denize götürecek diye hafta sonlarını iple çekerdim. Annem beni hazırlar, ama denize gelmezdi. Gelecek olsa da etraftan çekindiğinden denize girmez bizi seyrederdi. Evden çıktığımızda, kapısının önünü süpüren, penceresinden bir şeyler silkeleyen komşularımızla kısa sohbetler yapılır, hal hatır sorulurdu.  Komşu “Bizim çocukta istiyor sizinle gelsin” der çocuk bize dâhil olurdu ya da “Çarşıda, bizim beyi görürseniz söyleyin, gelirken ekmek getirsin” mesajını yollardı. Kadıköy’de oturan Teyzem bizde kalıyorsa o da bizimle beraber gelirdi. Teyzemle, aramızdaki en büyük sorun körüklü Kodak fotoğraf makinesini kimin taşıyacağıydı. Bu yüzden sürekli tartışırdık. HüsHüsHHSahile indiğimizde, rastladığımız tanıdıklar ile selamlaşır, ayaküstü sohbetler yapılırdı. Ben de biran önce havuza gitmek için sabırsızlanır mızmızlanırdım.  

Havuz, eski bir balıkçı barınağı, bir kenarı asfalt yolun duvarı, yan ve ön kısım beton blok, sağ tarafı ise kayıkhaneydi. Sol tarafta su akımı olması için bir delik bırakılmıştı. Havuzun kayıkhane tarafı sığ olup, diğer tarafa doğru hafifçe derinleşirdi. Tabanı irili ufaklı taşlıydı. Deniz tarafındaki duvarda bir sandal girecek kadar açıklık vardı. Havuz, yüzme bilmeyenlerin, çocukların vazgeçilmez mekanıydı. Yüzme bilenler havuz kenarındaki beton blok üzerinden boğazın derin, akıntılı, serin sularına atlar, yüzerek havuz ağzından ya da kalelerin önünden karaya çıkarlardı. Birtakım figürler yaparak, bağırarak denize atlayanları seyrederdik. Birçok kişi yüzmeyi bu havuzda öğrenmiştir.

Elbiselerimizi ve eşyalarımızı kayıkhanedeki bir sandalın içine yerleştirir, doğru denize koşardım. Girdim mi çıkmak bilmezdim. Uzun süre suda kaldığımda titrer, dudaklarım morarırdı. Babamın dışarı çıkıp güneşlenmek konusundaki uyarılarını dikkate almaz “Baba birazcık daha, ne olur biraz daha..” larım bitmek bilmezdi. Dışarı güneşlenmek için çıktığım zamanları fırsat bilen babam beni birilerine emanet eder ya da sıkı sıkıya kendisini beklememi tembih ederek yüzmeye giderdi. Onun, atlamasını ve kulaç atışını hayranlıkla izler onun gibi olmaya özenirdim.

Behzat (Güç) ağabey beni sırtına alır derinde yüzdürür, cesaret kazanmama yardımcı olurdu. Havuzda yüzmeyi öğrendim, ama derinde tek başına yüzmeye cesaret edemiyorum. Amcam bir gün dayanamadı. Bu böyle olmaz deyip beni tuttuğu gibi havuz başından derine fırlattı. Babam endişeli, amcam gözü pekti. Korku ve heyecanla başlayan bu deneyimden sonra derin sularda yüzmeye başladım. Kulaç atmaya gerek kalmaz, akıntı istediğiniz yere kadar sürüklerdi.

Havuzun üst tarafında büyük demir ışıklı çapa panosu üzerinden balıklama denize atlayanları hayranlıkla izlerdim. Bu tür bir şeye ne imrendim ne de cesaret ettim. Bu atlayışlar çok riskliydi. Nitekim bölgeyi bilmeyen kişilerin balıklama atlayarak kafasını dipteki kayalara çarparak ya da gelişigüzel denize atılmış inşaat demirlerine saplanarak hayatını kaybettiğini çok duymuşuzdur.

Yaz aylarında İstanbul’un farklı semtlerinden ya da Rumelihisarı ile bir şekilde bağlantısı olmuş yurt dışındakiler yazlığa gelirlerdi. Kimi yazlık ev tutar kimi de yakınlarının yanına yerleşirdi. Katılan her kişi gurubumuza farklı bir renk ve hareket katardı. Kızlı, erkekli farklı yaş gruplarının oluşturduğu yaklaşık otuz beş, kırk kişilik karma bir topluluk oluşur, birlikte dolaşır, birlikte eğlenirdik.

Kilise tarafındaki mahallelerde oturan arkadaşlar boynunda havlu grup halinde,  ilginç mimarisi ile dikkati çeken Perili Köşk (Bugünkü Borusan Holding Binası) yanındaki uzun beton merdivenlerden sahile inerlerdi. Avcı Restoran karşısındaki kayıkhaneyi mekan tutmuşlardı. Kayıkhane bizlerin denize girdiği, güneşlendiği, şakalaştığı, oyunlar oynadığı, ortaya atılan bir konu üzerinde hararetli tartışmaların yapıldığı bir mekandı.  

Kayıkhane öğlene doğru kalabalıklaşırdı. Hafta içi kalabalığını daha çok okullu gençler, bayanlar ve çocuklar oluştururdu. Hafta sonu çalışan kesim de dahil olduğundan oldukça kalabalıklaşırdı. Kimileri dokuztaş, üçtaş oynar, kimi denize girer, kimi güneşlenir. Biri ortaya bir konu atar ilgi duyanlar fikri tartışmalara girerlerdi. Oyunda kaybedenlerin cezası kollarından bacaklarından tutularak beşik gibi sallayıp bir, iki, üç sayarak denize atmaktı. Güneş altında ısınmış biri için az sayılmazdı bu ceza. Denize girmek için atlama yerine kadar gelmiş bir türlü atlamaya cesaret edemeyenleri kollar, uygun bir pozisyon yakalandığımızda denize atmaktan zevk alırdık. Kayıkhanenin ön kısmı sığ kayalıktı. Biraz ileri gidildiğinde birden derinleşirdi. Yüzme bilenler yüzme bilmeyenlere öğretir, yüzme bilip korkanlara da refakat ederlerdi.

Kayıkhane dışında yüzdüğümüz yerler Çapa’ların yalısı ve Saray (Zeki Paşa Yalısı) önüydü. Yalıların önündeki yol açıkken kolaylıkla geçip gidiyorduk. Bir ara bu yolu yalı sahipleri kapattı. Zor da olsa bir şekilde geçiyorduk. Ama sahilin herkese açık olma fikri ve gençliğin verdiği heyecanla geçişime mani olmak isteyen yalı sahibiyle tartıştığımızda yalı sahibi bana boğazdan geçen Rus bandıralı bir gemiyi işaret ederek “Senin gemin geçiyor, sen oraya git” diye bağırdığını unutamam.

Kıyıya yakın geçen sebze, meyve, su, odun taşıyan büyük mavnaların egzozundan kesik kesik çıkan pata, pata.. egzoz sesleri mavnanın geldiğini uzaktan haber verir, mavnaya takılmak isteyenler hızlıca mavnaya doğru yüzer ve kenarlarında asılı lastiklere ya da arkasındaki filikaya takılırlardı. Zevkli olduğu kadar, tutunamayıp dümen suyuna kayma riski olduğundan mavna tayfası taşıdıkları ne ise daha çok sebze mavnaları patlıcan, domates, salatalık ne eline geçerse fırlatır, bağırır, küfreder takılmaya engel olmaya çalışırlardı. Ama nafile. 

Vakit öğleyi geçince, akşamüstü ne yapılacağı planlanır, acıkan karınları doyurmak için evin yolu tutulurdu. Deniz yorgunluğu ve yakıcı güneş altında yokuşu, merdivenleri çıkmak ağır gelir gözümüzde büyürdü. Konuşarak, şakalaşarak, tartışarak çıkıyorsak yokuşu nasıl çıktığımızı fark etmezdik.

Yemekten sonra yapacak bir şey yoksa, bahçedeki hamakta biraz siesta.

Boğazın bir başka etkinliği de Robert Kolej’in (Boğaziçi Üniversitesi olmadan önce)  her yıl yaz başında düzenlediği yüzme yarışlarıydı O dönemlerde boğazdan geçen gemi sayısı bugünkü kadar olmasa da can güvenliği nedeniyle bu yarışmalar sırasında boğaz trafiği geçişe kapatılırdı. Yüzücüler Kanlıca sahilinden başlar, yarış Rumelihisarı’nda sonlanırdı. Güvenlik ve gerektiğinde yardım için Türk ve Amerikan bayrağı asılı, beyaz boyalı sürat tekneleri takip ederdi. Hakemler Rumelihisarı sahilinde yüzücüleri bekler, finişe varan yüzücüler derecelendirilirdi. Halk sahil şeridinde toplanır yarışmayı izlerdi.

Yarışmalar özel olduğundan biz katılmadık. Aynı rotayı takip ederek boğaz geçişini bizde amatörce ve sandal refakatinde gerçekleştirmiştik.

Takvor Teodorosyan  Kasım/2013

7 Ağustos 2015 Cuma

HALİM PAŞA KORUSU

RUMELİHİSARI ANILARI (HALIM PASA KORUSU)

Genellikle Deli Bey’ in esrarengiz evinin geniş bahçesi altındaki toprak yolu takip eder yıkık duvarları geçtikten sonra Halim Paşa Korusuna varırdık. Bizi asırlık meşe, çınar, söğüt, defne ve çam  ağaçları karşılardı. Ağaçların arasında kalan büyük toprak saha iddialı maçlara, turnuvalara, yarışlara, şenliklere sahne olurdu. Bunun dışında set üstünde Küçük Sahamız vardı.

Baltalimanı yönüne doğru uzanan iri kaya taşlarla döşeli kıvrımlı yol bizi önce taş ocaklarına daha sonra da süngerli köşke ve korucunun evine götürürdü. Yoldaki taşlar arasından çıkan otlar, çiçekler, dökülen çam yaprakları bu yoldaki yaşanmışlıkları gizler gibiydi. Ağaçların altını birbirine geçmiş çalılıklar, nefti yeşil kokinalar ve kırmızı tohumlu sarmaşıklar süslerdi.

O zamanlar faaliyette olan taş ocakları kıyısına geldiğimizde kayalar ve uçurum ürpertirdi insanı. Bahar aylarında bu bölge katırtırnağı çiçekleriyle bezenirdi. Burnumuza gelen hoş kokusuyla varlığını hissettirirdi. Korunun alt kısmına ulaştığımızda çam ağaçlarının yerini büyük atkestanesi ağaçları alır, yol, kaybolur yamaca karışır, süngerli köşke doğru tekrar görünür olurdu.

Ulu atkestanesi ağaçlarının gövdesindeki çatlamış kabuklar arasında kırmızı üzerine minik siyah benekli kaplan böceklerinin üst üste sık kümeler haline topluca durduklarını ya da sıralar halindeki hareketlerini gözlerdik.

Yamacın sonunda, caddeye yakın korucunun evi, inekleri, kümes hayvanları, bacasından tüten dumanıyla tam bir köy evi manzarasındaydı. Korucunun evi yanında büyük yosun tutmuş yalağa, kaynak suyunu taşıyan kalın demir boru, delercesine çıkmıştı yamaçtan. İçilebilir kaynak suyu buz gibiydi. Halim Paşa korusuna pikniğe geldiğimizde köpekler bağlı ise gerek duyduğumuzda suyumuzu buradan temin ederdik.  Karşı yamaçta yıkıntı halinde dış cephesi çok gözenekli sünger görünümlü taşlarla kaplanmış harabe Süngerli Köşk.


Boğaz tarafına geldiğimizde, Karadeniz çıkışından Vaniköy’e kadar olan muhteşem manzarayı seyredebilirdik. Esen rüzgâr serinliği, tazeliği, canlılığı içimize taşır, manzaraya doyamaz bulunduğunuz yere çöker güzelliğin seyrine dalardık. Delik ve burma gövdeli zeytin ağacı tahribatlara, rüzgâra, zamana direniyordu. Kim bilir nelere şahitlik etmişti. Çok kişi zeytin ağacına ve boğazın güzelliğine kendini katıp, yaşadıkları o anı belgelemiştir. Aşıklar zeytin ağacı üzerine kazıdıkları kalp ve harflerle kendilerinden bir iz bırakmışlar.    

Piknik yapmayı planladığımızda herkes kendine düşen hazırlıkları yapar, yaygımızı, topumuzu, uçurtmamızı, çemberimizi, telden yapılmış arabamızı, salıncak ipini, bisikletimizi alır, konvoy halinde koru yolunu tutardık. Koruya vardığımızda uygun bir ağaç ya da makiliğin gölgesini seçer yaygılarımızı yayar, çimenlerin üzerine serilirdik. Ağaçlardan birine salıncak kurulması olmazsa olmazlardandı. Futbol, kulaktan kulağa, istop, yakar top, saklambaç, yağ satarım bal satarım, birdirbir, uzuneşek, yüksek atlama, uzun atlama vb. çeşitli oyunlar oynanır, kümelenmiş her gruplardan farklı sesler, muhabbetler yankılanırdı. 

Gençlik dönemimizde arkadaşlarla ve büyüklerimizin de katıldığı gruplarla çıkılırdı koruya. Ortaya atılan bir konu tartışılır, oyunlar oynanır, Nişan (Gedik) arkadaşımızın akordeonundan çıkan melodilerle dans eder, kadrin oynanırdık. Koruda gezinenler sarardı etrafımızı. Seyrederler, alkışlarlar coşkumuza coşku katarlardı.
Korudaki bir başka keyfimiz klasik müzik dinlemekti. Futbol sahasının alt kısmındaki hafif meyilli yamaca yerleşir, pilli pikabın kolunu uzunçaların başlangıç boşluğa usulca bırakır, doğa dekoru içinde müzik dinlerdik. Almanya’dan gelen işçilerin beraberinde getirdiği pilli radyolar revaçta, kimi transistorlu radyosunu omzuna yerleştirmiş dinleyerek dolaşıyor, kimi başucuna koymuş dinlerdi.
Soba yaktığımız zamanlar koruya çıkar çamlardan dökülen kozalakları ve kuruyup dökülmüş çam dallarını toplardım. Kozalakları kor olmuş sobanın içine attığımda çatır çutur patlayarak yanışından hoşlanırdım. Soba kapağı açıksa kıvılcımlar dışarı kadar fırlardı.

Koru aynı zamanda av alanımızdı. Yoğun kar yağdığında sapanla çulluk avlamak için koruya çıkardık. Nışan (Gedik) bazen babası Şahin amcanın tüfeğini alır, gözlerimiz çalılar arasından havalanacak çullukları gözlerdi. Genellikle elimiz boş dönerdik. Bizimki kuş avlamak değil hevesti, maceraydı.

Mart ayı, basılmamış yerler karlı. Tabiat yeniden canlanmaya başlamış. Tesadüfen çalıların altında mor kır menekşesi fark ettim. Yaklaşıp elimle çalıları kaldırdığımda birçok kır menekşesinin bir arada olduğunu gördüm. Korunmak için çalı dibine gizlemişlerdi sanki. Bu hava şartlarında bu güzelliğe rastlamış olmak şaşırtmıştı beni. O günden sonra her yıl Mart ayında kır menekşelerini görmek için koruya çıktım. Her sene giderek sayıları azaldı, sonunda rastlayamaz oldum.

Bahar ayında, rengârenk kır çiçekleri, boru çiçekli sarmaşıklar özellikle de beyaz papatyalar koru yamaçlarını süslerdi. Büyük sahanın alt kısmındaki yamaç papatya tarlası gibi olurdu. Kimi bu güzellilerin içine girer fotoğraf çekerdi, kimi papatyalardan sevdiğine taç yapardı.   

Temmuz ayı, bugün Rumelihisarı Surp Santuht Ermeni kilisesinin günü. Rumelihisarı dışından gelenler de oldukça fazla. Kilise bahçesinde, üst üste sıralar halinde konmuş torbalar ve sepetler ayinin bitmesini bekliyor. Kilise bittikten sonra ahalinin bir kısmı kilise bahçesinde verilen ayin yemeğine katılır, bir kısmı da torbasını sepetini alıp Halim Paşa Korusuna pikniğe giderdi. Kilise çıkışı rengârenk kıyafetli, şapkalı, neşeli gruplar şarkılar söyleyerek, naralar atarak koru yolunu tutardı. Bazen kapımız çalınır su isterler bazen de koruya giden yolu sorarlardı. Korunun pazar günü kalabalığına bir de bu gruplar eklendiğinde panayır yeri gibi olur, her bir köşeden neşe, müzik, enerji fışkırırdı.

Yurtdışından ya da ender gelen misafirlerimiz, akrabalarımız geldiğinde evde yenir içilir, karınlar şişince misafirimizi memnun etmek ve Boğaziçi’nin eşsiz manzarasını sunmak için yürüyüşe çıktığımız yerlerden biriydi Halim Paşa Korusu.  

Mayıs ayı teyzem Nadya nişanlısı ile bizi ziyarette gelmişlerdi. Öğle yemeğimizi yedik, kahveler içildi. Eniştem Garbis “Hadi söyle bir çıkalım, dolaştır bizi” dedi. En güzel yerlerden biri Halim Paşa Korusu diye düşündüm. Salih Bey sokaktan yukarı çıktık Boğaz manzarasını seyrettikten sonra Koru içine taş ocaklarına doğru yürüyoruz. Çok sevdiğim katırtırnaklarından ve kokusunun güzelliklerinden bahsettim, size de toplamamı ister misiniz? diye sordum. Onlar dünden razı “sen git biraz topla” dediler. Ben en güzellerinden toplamaya uğraşıyorum. Bir ara baktım ortada yoklar. Elimde kocaman bir demet katırtırnağı ile geri döndüm. Sonradan teyzem gerçeği itiraf etti.  


 Takvor Teodorosyan Mart/2013

6 Ağustos 2015 Perşembe

RUMELİHİSARI ANILAR (BALIK / BALIKÇILIK)


Balıkçılıkla ilk ilişkim Kale tarafındaki havuz kenarından yengeç yakalamakla başlar. Manav sandıklarından topladığımız pamuk ip ucuna bağladığımız bükülmüş çiviyi denize sarkıtır, yengecin gelmesini bekler, yengeç geldi mi onu yukarıya çekmeye çalışırdım.

Sonraları amcam Kirkor (Ağparik) zaman zaman beni yanında götürür, sandalın baş ucuna yerleştirir, birlikte dolaştırırdı. Bir bakmışınız baş ucunda uyuya kalmışım.

Eylül ayına doğru balık mevsimi yaklaşınca evde tüm balık oltalarını ve balık takımlarını elden geçirirdik. Ağzı ince deri parçası ile kaplanmış ve civa akışını sağlayabilmek için toplu iğne ile delinmiş içi cıva dolu minik cam şişeyi zokaya doğru kuvvetlice sallar şişeden çıkan cıva parçacıkları zokaya yapışınca yuvarlak cam çubukla cıvayı zokaya yayar, özenle parlatırdık. Karışmış, ek yapılmış oltaları ayıklar, oltanın sarıldığı mantar/tahta bozulmuş ise değiştirir oltayı yeniden düzenli bir şekilde sarardık. Gam oluşmuş oltalar kullanım sırasında kolay karıştığından oltaların gamını evin camdan sarkıtarak alırdık. Evde gamını alamadıklarımızı da sandalda kıç tarafından denize salar bir müddet gittikten sonra tekrar yavaş yavaş sarmaya başlardık. 

Boğazın balık akınları bizlere hareketli ve heyecanlı anlar yaşatırdı. Balık akını olduğu haberi alır almaz evden, akın eden balığa uygun gerekli malzemeler, olta takımlarını alınır, havanın duruma göre üşümemek için sıkıca giyinilirdi. Balığa akşam çıkılıyorsa ipek fitilli gaz yağı ile çalışan pompalı lüks lambası ve yedek fitil alınması ihmal edilmezdi. Aceleyle çarşıya iner, bir yandan sandal hazırlanır bir yandan da balık akını ile ilgili balık nerede, kaç kulaçta, hangi yemi yiyor, hangi iğne, hangi beden misina, hangi zokayı kullanmak gerektiği gibi bilgileri çevreden edinilirdi.

Sandalı kayıkhaneden denize indirmek için en az iki kişi gerekirdi. O an için çevremizde tanıdık birine rastlayamamışsak yoldan geçen birine yardımcı olması için “Şuna bir el atar mısın” ricamızı kimse kırmazdı. Sandalı indirildikten sonra da “Rastgele” diyerek yolcu ederdi.

Doğruca balık akınının olduğu bölgeye gidilir, olan biteni anlamak için etraf gözlenir, gerekiyorsa olta aksamı ve takımı değiştirilirdi. Gerisi kısmete kalırdı. Bazen, yanı başınızdaki sandal, balık çeker, sizin onu seyrettiğiniz olurdu. “kısmetten ziyade olmaz” demekle teselli bulunurdu.

Her seferinde farklı bir macera yaşasam da, işler ters gittiğinde sebebinin ben olduğu söylese de amcamla balığa çıkmak için can atardım. Küçük yaşlarda, sandal temizliği, boya ve küpeşte raspası, evden kayıkhaneye malzeme, alet getir/götür işleri genellikle benimdi. Rumelihisarı’nın o dik yokuşunu bazen kaç kez inip çıktığımı sayamazdım. Bunları yaparken asıl beklenti sandal kadrosuna dahil olabilmek umuduydu. Bu sayede birçok şey öğrendim ve el becerisi edindim. Bir başka görevim de tutulan balıkları eve götür “Sofrayı hazırlasınlar, birazdan geliyorum.” mesajını iletmekti. Yetişkin olduğumda ise onun has yardımcısı olduğum gibi, yazın da sandalın müdavimiydim.

Eylül başında ilk önce küçük, yavan Çingene palamudu ortaya çıkar, daha sonra yağlanmaya başlar, normal büyüklüğe ulaşır sonra da torik akınları şeklinde devam ederdi. Palamut çoğalınca balıkçılar çavalye içinde mahalleleri dolaşır palamut satarlardı. 

Çarşıda bir telaş herkes bir yerlere koşuşturuyor. Palamut akını başlamış. Kıçtan takma motoru sandala bağlayıp aceleyle palamuda çıkıyoruz. Palamut akınına denk gelmek ve olta yönünü ayarlayabilmek için amcam talimat veriyor ben de motoru kullanıyorum. O kıç tarafından saldığı yirmilik palamut çaparisine odaklanmış durumda. Bir süre sahilden açık orta yollu seyrediyoruz. Vaniköy açıklarına geldiğimizde Amcam, heyecanla “vurdu vurdu, vurdu motoru yavaşlat” diye bağırıyor, hemen hız kesiyorum. Oltayı temkinli, boşluk vermeden ve küpeşteye sürtmeden çekmeye çalışıyor. Oltanın ağırlığından parmağını misina kesti, acısına ve kanamasına aldırış etmeden çapariyi çekmeye çalışıyor. Balıklar yüzeye yaklaştıkça karın kısmındaki beyazlıklarını görüyoruz. Çaparideki tüm iğneler dolmuş, iğneden ayırdığımız balığı doğru livara atıyoruz. Keyfimize diyecek yok. Bir süre daha dolaştıktan sonra “Bu bize yeter, nevaleyi aldık nasıl olsa” deyip eve dönüyoruz.

Torik avına çıktığımızda benim görevim kürekte olmaktı. Akıntılar nedeniyle bulunduğun yeri koruyabilmek ve oltanın sandal altında kalmasına engel olabilmek için oldukça fazla efor ve dikkat sarf etmek gerekiyor. Bu işte kürekçilik önemli, ama ben de balık yakalamak istiyorum. Üçüncü kişi yoksa pek şansım olmadığından bir gün Bedros Kanaroğlu'nu da davet ettim. Kısa bir süre sonra Bedros amcamın talimatlarına dayanamaz oldu. Ben yine kürekteyim. O gün babacan bir torikle Rumelihisarı'na döndük. Bizi ilk karşılayan lokantacılar oldu, iyi de fiyat veriyorlardı. Biz ailecek yemeği tercih ettik.

Torik akınını lüfer, çinakop, kofana bazen de Akyazı takip ederdi. Sahilde dolaşırken kıraçaların, istavritlerin, çinakopların birbirini ezer gibi yığın halinde dolaştığını ve can havli ile deniz yüzüne fırladıklarını gördüğümüzde lüferin boğaza girdiğini ve balıkları sıkıştırdığını anlardık. Eline kepçesini alan sahile koşar, sıkışan balık sürüsüne kepçeyi daldırırdı. Kepçe bulamayanlar ise daldırıp nasibini alacak bir kapla sahile akın ederdi. İhtiyaç fazlası balık konu komşuya bedava dağıtılırdı.  

Havaların çok soğuk geçtiği dönemlerde deniz çalkantılı, yeşilimsi türkuaza yakın bir renk alır. Soğuk su akıntılarından vurgun yemiş baygın balıklar (kulağına kar suyu kaçmış) su yüzünde yüzerdi. Herkes eline geçirdiği kepçe, teneke, kova hiç bir şey bulamamışsa tahta sandık ya da elle toplarlardı.

Lüfer zokayı yuttu mu kurtulmak için sağa sola doğru hareketlenir. Oltayı bir o tarafa bir bu taraf çeker. Boşluk vermeden seri bir şekilde çekmek gerekir. Kaşıktan ya da zokadan kolay kurtulamaması için hırsız iğne kullanmamıza rağmen kaçtığı da olur. Lüfer yem seçer, bazen istavrit bazen izmarit, bazen de zargana yer. Bu yetmiyormuş gibi bayat ya da taze olmasına da baktığı olur. Bu nedenle gündüz yem tutma telaşında olurduk. Yem tutamazsak yüksek fiyatla taze yem almak zorunda kalırdık. Lüferi sahilden tutacaksak sarayın önüne, Ali’nin çay bahçesi karşısına ya da Aşiyan fenerinin bulunduğu akıntı burnuna giderdik. Sandalın rahatlığı sahilde yok tabii. Sahil kalabalık, oltalar birbirine karışır, olta takılır, misinalar rüzgardan birbirine girer.

Bebek koyunda lüfer akını olduğu haberini aldık. Varujan Asadur’la sandalı indirdik Bebek koyundaki sandal kalabalığına karıştık. Bizde uygun bir yerde durup oltalarımızı denize saldık. Bekle bekle bir hareket yok. Diğer sandallar da pek balık çekmiyor. Durumu etrafımızdakilere soruyoruz “Biraz önce çok iyi yiyordu, şimdi kesti. Taze yeme geliyor” diyorlar. Bizim de taze yemimiz yok. Zor bela rica minnet çevreden edindiğimiz birkaç yemi kullanıyoruz. İdareli kullanabilmek adına balığı ikiye bölüp iğneye taktığımızdan oltayı birkaç kez salladık mı yem parçalanıyor. Hemen yanı başımızdaki sandal lüfer ya da çinakop çekiyor biz bir türlü yakalayamıyoruz. Sonuçta, balık yakalayamadan dönmek zorunda kaldık.

Yazın en eğlenceli uğraşlarımızdan biri izmarit balığı yakalamak. Neden zevkli diye soruyorsan? Tüm dikkatini balık vurdu vurmadı ya yoğunlaştırır, her şeyi unutursun. Zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız.

Arkadaş bulabiliyorsak sabahtan sandalla denize açılır, akşamüstü geri dönerdik. Balığa çıkmadan önce sahil duvarından topladığımız küçük midye içlerini tahta parçası üzerine serdiğimiz beze yayar kurumaya bırakırdık. Kuru yemi iğneden koparması kolay olmuyor, yem de çabuk dağılmıyor. Hazırlık yapacak zaman yoksa sorun değil her yerden midye bulmak kolay. Bazen de oltaya rastgele gelen Çurçurya diye tanımladığımız minik kaya balığını da yem olarak kullandığımız olurdu. Çurçurya gelen yerde pek izmarit de olmazdı. Tragonya görünüşü güzel, ama vurdu mu tehlikeli, derisinin renkleri çok güzel yanar döner ve parlak, kafadan kuyruğa doğru incelen zarif vücudun iki yanında yine cazip renklerde yelpaze gibi açılan yüzgeçleri var. Yakalandığında dikkatlice bir sopa yada bıçak yardımıyla iğneden ayırır denize atardık.  

İzmarit balığını daha çok Rumelihisarı yalıları önünde, Baltalimanı demir deposunun önü, kanlıca koyuna yakın yerlerde, Vaniköy açıklarında ve Bebek koyunda tutardık. Balık bahane, deniz ve sandal sefası şahane.

Deniz, temiz hava bizi acıktırdı. Kanlıca vapur iskelesi yanına yanaştık, duvarda bulduğumuz bir deliğe ya da demir bağlama halkalarına sapladığımız bir yanaşma sopasına sandalı bağlıyoruz. Birimiz sandalda nöbetçi diğerimiz bakkaldan ekmek, peynir, domates ve içeceklerimizi alıyor, istiyorsak meşhur pudra şekerli Kanlıca yoğurdu da alıp yola koyuluyoruz.

Hava bulutlu, deniz sakin Varujan Asadur’ la izmarite gitmeye karar verdik. Hazırlıklarımızı yapıp Çapa ve Şevket Dağ yalısını geçip zorlu etap Sarayın önündeki akıntıya vardık. Akıntıyı ve anaforu bilmeyenin bu burnu geçmesi kolay olmaz. Akıntının açığa ve geriye atmaması için sandalın baş tarafını mümkün olduğunca kıyıya yakın ve sol küreğe kuvvetlice asılarak geçmeye çalışıyoruz. Akıntının bize geçit vermediği zamanlar birimiz sahile çıkar, başucuna bağladığımız iple sahilden sandalı çeker, sandaldaki de kıyıya çarpmaması için gereken gayreti gösterirdi. Akıntıyı geçtikten sonra bir süre daha Baltalimanı istikametinde yalılara yakın seyreder sonra rotayı Kanlıca koyuna çevirirdik. Kanlıca koyu açıklarında iri izmaritler yakalıyoruz. Yağmur atıştırıyor, keyfimiz yerinde çok aldırmıyoruz. Yağmurun gitgide hızlandığını görünce Varujan yalıların denize doğru olan cumbaları altına ya da yalıların içine doğru giren kayıkhanelerden birine sığınmamızı önerdi, öğle de yaptık. Bir yandan balık tutuyoruz bir yandan da yağmurun zevkine varıyoruz. Bu da farklı bir deneyimdi.

Nışan Gedik’ le de birçok balık maceramız vardır. O da babası da iyi avcıydı. İyi avcı diyorum çünkü onlar hem karada hem de denizde avlanıyorlardı. Kanlıca koyundan kendimizi akıntıya bırakmış balık yakalayarak Anadoluhisarı’na doğru kayıyoruz. Yemeğimizi Göksu deresinde yiyeceğiz. Göksu deresindeki halat fabrikasının iş başı düdüğü sabahları altı buçukta çalar Rumelihisarı’dan duyardık. Göksu deresinin bu fabrikayı geçtikten sonra belli bir noktaya kadar motorla, daha sonrasını ise sığ olduğu için kıçtan takma motoru yukarı kaldırıp kürekle gitmemiz gerekiyor. Kürek çekerken bir yandan sandalın dibe oturmamasına dikkat eder bir yandan da derenin derinliğini küreği daldırarak kontrol ederdim. Derenin iki tarafında yer alan sazlıkların hışırtısı ve ağaçların dereye davetkar eğilişi hoş bir görüntü verir. Sessiz olunduğunda derenin sakinliğini hisseder, sandalın yeşilimsi dere suyunda giderken çıkardığı suyu yarma sesini dinler ve teknenin durgun suda süzülüşünü seyrederdik. Bir yandan kurbağalar vıraklar,  korkanlar da kendini suya atardı. Dere sonundaki yüksek çınar ağaçlarının bulunduğu piknik alanına vardık. Hafta içi olduğundan etraf sakindi. Sandalı iskeleye bağlayıp, ağaçların altında gölge bir yere yerleşiyoruz. Taşlardan, ateş yakacağımız bir ocak oluşturduk. Etraftan çalı çırpı ve çıkardığımız midyeleri üzerinde pişirebileceğimiz teneke tedarik ettik. Midyeleri teneke üzerinde, balıkları da ağaç dalından yaptığımız şişe geçirip pişirdik. Keyfimize diyecek yok doğrusu.

Arman Mazman’la ilk kez izmarite çıkıyoruz. Küçüksü ve Vaniköy açıklarında izmarit yakalıyoruz. Çok iyi balık var. Yaklaşık bir büyük yağ tenekesi balık tuttuk. Balık tuttukça tutmaktan vazgeçemiyoruz. Bir balık vurdu mu hemen çekmeyip, çeker gibi yapıyoruz. Arkasından diğer iğnelerin de dolduğunu hissediyoruz. O gün kolay ve bol balık yakaladığımız ender günlerdendi.

Midyenin her türlü yemeğini severim. Zeytinyağlı dolması, kimilerinin kabuklarıyla, kimilerinin ise sadece midye içi ile yaptığı salma, havuç sarımsak ve bulunabilirse kereviz sapı ile yapılan midye pilaki, midye tava her biri ayrı bir lezzet.

Dolmalık midye için derine dalar dipten çıkarırdım. Günlük ihtiyaçlar için ise fazla dalmadan el yordamı ile sahil duvarından toplamayı tercih ederdim. Midyenin içini açtığım zaman mis gibi deniz kokardı.   

Ateş ve teneke bulduğunuz her yerde uygulayabileceğiniz, saç üzerinde midye yapmanın keyfini birçok kişi tatmıştır. Bu uygulamada hoşa giden midye yemekten çok işin salaşlığı sanırım. Teneke üzerinde pişen midyelerin ağzı açılır, içinden akan deniz suyu cıslayarak buharlaşır gider. Kabuğu içinde toplanan midyeyi afiyetle yerdik.

Deniz banyosu dönüşü, babamın çok sevdiği midye haşlama yapmak için biraz midye çıkarır eve getirirdim. Midye içlerini hafif ateşte biraz tuz atar, suda haşlardık. Midyeler pişip top gibi olunca ocaktan indirir, sıcak sıcak üzerine biraz zeytinyağı, bir tutam kıyılmış maydanoz biraz limon ilave ederek karıştırır bir kendine gelmesini bekledikten sonra içine ekmek batırarak yemeğe bayılırdık. Babam da zevklenir “Eee… Takvor’ik bana gençliğimi hatırlattın” der keyiflenirdi.

Toriğin bol olduğu dönem Lakerda yapar, ilk olarak yılbaşı sofrasına çıkarır, son partisinin de paskalya bayramına kalmasına özen gösterirdik.

Geçişi kısa sürse de uskumru balığı da Boğaziçi'nde tutulan balıklardandı. Bol çıktığı dönemlerde çiroz yapılırdı. Kurtlanmaması için kafalarını elle ezer, balıkları iyice tuzlar ve ikişer ikişer kuyruklarından ipe dizer, sonra da bahçede iki ağaç dalı arasında çamaşır gibi asar kurumaya bırakırdık. Bahçesi olmayan da balkona ya da penceresinin altına gerdanlık gibi asardı. Ta ki tahta gibi kuruyana kadar akşam toplar sabah tekrar asardık. Satmak için çiroz yapan komşumuz sabah erken kalktı bahçeyi belledi, sonra çiroz dizilerini bellediği toprağın üzerine özenle serdi. Biz de pencereden onu seyrediyoruz, ama yaptığına pek bir anlam veremedik. Sonradan öğrendik ki çirozları kurtlanmış, torağa serince kurtlar doğrudan toprağa geçiyor, çirozlar da kurt arınıyormuş.

Salamura da sofralarımızın vazgeçilmezidir. Boğaz çocuğu olarak bizim sularımızda yakalanan balıklardan daha çok izmarit ve çinakop'tan yapar tenekeye basardım. Sonraları hamsi, sardalye ya da "Quick lakerda" dediğimiz ince dilimlenmiş torik ya da palamut balığını hafif tuzlayıp buz dolabında bir süre bekletmekle yapılanlar moda oldu.

Takvor Teodorosyan Kasım/2013