22 Ağustos 2015 Cumartesi

RADİKA

RADİKA 

Çocukluğumda kırlara, dağlara ot toplamaya giderdik. Babaannem hacılı Surpik ve yakın komşularımız Şükriye (Kulan), Bedia (Öksüz) yenilebilir otları iyi tanır ve bu otlarla çeşitli yemekler, salatalar yapmayı iyi bilirlerdi. Kırlarda dolaşmayı sevdiğimden peşlerine takılırdım. “Bir otun yenilebilir olduğundan şüpheye ediyorsan, ot yiyen hayvanın önüne at, yerse sen de yiyebilirsin” derlerdi. Otlar bıçak ucu ile toplanır, sazlı olmasın diye yeni sürmüş körpe olanlar tercih edilirdi. Ot toplamanın en iyi zamanı bahar ayları ya da yağmurdan birkaç gün sonrasıydı. Karşılaşılan otlar bazen geçmişteki yaşanmışlıkları hatırlatır, öğreten kişi yâd edilir, hatıraların anlatılmasına aracılık ederlerdi.


Herkesin kendine özgü ot toplama yöntemi vardı. Kimi toplarken tozunu toprağını silkeler, kimi olduğu gibi torbasına doldurur temizlemeyi sonraya bırakırdı. Yemeğin tadını etkileyeceği nedenle bazı otlar daha az, bazıları daha çok toplanırdı. Topladığımız otlardan ebegümeci, labada, hindibağ (radika), şevketi bostan, gelin parmağı
, kuzu gevreği, kazayağı, ıştır, ısırgan otu, sarıpapatya, deve dili, sakız ağacı, su teresi, yabani pırasa, kuşkonmaz, kuzukulağı, yabani semizotu, ısırgan otu, dağ kekiği hatırlayabildiklerim.

Havanın ve doğanın davetkarlığına dayanamamış olacaklar ki üç kafadar bugün ot toplamaya gitmeyi kararlaştırmışlar. Duyduğumda dünyalar benim olmuştu. Babaannem, amcamın akşam boşalttığı rakı şişelerinden birini şöyle bir çalkalar, içine, içme suyu doldurup ağzını mantarla tıkadı. Birkaç dilim ekmek kesip sandviç yapar, yolluk hazırlar, Birinci sigarasını ve kibrit kutusunu hırkasının ceplerine koymayı ihmal etmezdi.

Günlük işler sıraya konduktan sonra komşularla bahçede buluştuk. Hep birlikte yola koyulduk. Kadınlar bir yandan sohbet ediyorlar bir yandan da geçilen güzergahta gözleri yerdeki otları tarıyordu. Arkadaşlarımın birçoğu mahallede kalıp oyun oynamayı tercih ettiğinden ot toplamaya giden tek çocuk benim.

Kışlak sokaktan Meydan Mahallesine doğru ilerliyoruz. Yol kargacık burgacık, çukurlu, taşlı, topraklıydı. Yağmur yağdığında balçık çamur olurdu. Yolun iki tarafı sarmaşık otu ile iç içe geçmiş böğürtlen çalılarıyla kaplı. Sol tarafta defne, ceviz, akasya ve iç içe girmiş yabani birçok ağaç Mehlika hanımın bahçesine çit oluşturmuş, o kadar sık, yüksek ve birbirine girmiş ki eski büyük ahşap ev ağaçların arasından zorlukla görülebiliyor. Bu evin kendi haline bırakılmış bir havası vardı. Seyrek olarak Mehlika hanım ya da tanımadığımız birileri gelir bir süre kalırdı.

Yolun sağ tarafındaki dik taş merdivenler, set üstündeki birkaç katlı beyaz boyalı, ahşap panjurlu eve çıkardı. Evin sokağa bakan bahçesindeki asma çardağında yetişen iri salkımlı beyaz üzümlere hep imrenirdim. Bahçenin köşesinde bir demet gibi fışkırmış kartopu çiçekleri, önde tek sıra halinde dikilmiş güller süsledi bahçeyi.

Köpeklerin saldırısına uğrama korkusuyla temkinli yola devam ediyoruz. Sessiz ilerleyişimizi, sağ taraftaki Amerikalıların oturduğu evin bahçesinden gelen güçlü köpek havlamaları bozuyor. Köpekler yol kenarındaki yüksek duvarın üzerinde iseler rahatlıkla yola devam ediyoruz.

Bahar ayında defne ağaçlarının sarı ve bol polenli, akasyanın beyaz, salkımın mor çiçekleri ve yaydığı güzel kokular insanı baştan çıkarırdı. O kadar ki bu güzelliklere dayanamayıp uzanabildiğim yüksekliklerden salkım ve akasya çiçeklerinden birkaç çiçek salkımı koparır, kokularını içime çekip, çiçeklerini yerdim. Böylece onları daha çok hissederdim.

Arnavut kaldırımlı Arpa Emini Sokak girişini böğürtlen çalıları ve kuzuların çok sevdiği beyaz çiçekli yabani sarmaşık otları bürümüş. Yolu kapatacak kadar sarkan sarmaşıklardan sokağın az kullanıldığı her halinden belli. Bu yol Feridun Çölgeçen ve Mari-Nazaret Dirilen’ in evine ve yatıra çıkıyordu. Yaşlı, tonton Alman karı kocanın oturduğu iki katlı bahçeli betonarme evi geçiyoruz. Bu evi daha sonraları İngilizce öğretmeni Nezahat Hanım satın aldı.

Koyu yeşil, parlak yaprakları ve kuvvetli vantuzlarıyla ebedi bir dost gibi bir daha sökülmemesine duvara yapışmış sarmaşıkların sardığı, kare oluklu, kuru (harçsız) taş duvarların yanından yürürken sarmaşıklardan bir yaprak kopardım. Sarmaşıklar arasına gizlenmiş kaplan kelebekleri etrafa uçuşuverdi. Kelebeğin siyah ve kırmızı renkleri göz alıcı ve muhteşemdi. Dış kanatları siyah üstünde beyaz şeritlerle süslü, uçtuğunda siyah kanatlar altına gizlenmiş, ateş kırmızısı kanatlar ve üzerinde minik siyah benekleri insanı doğaya aşık ediyor. Fotograf: http://www.fotokritik.com

Duvarın gerisinde, set üzerindeki bahçelerde defne, kestane ve çam ağaçları birbirine geçmiş aralarındaki boşlukları çalılar doldurmuştu. Defne ve kestane ağaçlarının dalları duvardan aşağı sarkıyordu. Kestane zamanı gelip geçerken yola düşen kestaneleri toplar ya da ağaca taş, sopa atarak kestaneleri düşürmeye çalışırdık. Dikenli açık yeşil kabuklu kestaneler yere düştüğünde olgunlaşmış olanlar ikram edercesine parlak kahverengi kestanelerini etrafa saçardı. Yol boyunca duvar dibinde yetişen yapışkan yapraklı otların yapraklarını koparıp birbirimize yapıştırarak şakalaşırdık.

Deniz tarafındaki Boğaz manzaralı boş arsaya giriyoruz. Buradaki otlar basılmamış olduğundan korunmuş olurdu. Şimdi bu arsalar üzerinde yan yana sıralanan beton bloklar yoldan geçenlere perde olmuş durumda. Daha sonra ilkbaharda okulların kapanmasına yakın açık havada ders yaptığımız, Şair Nigar İlkokulu’na gelmeden önceki yeşil alanı geçip, Beyaz evin önünden Meydan Mahallesine doğru ilerliyoruz.

Solda bahçe içinde yoldan içeri çekilmiş Bedik ve Bedros ağabeylerin ahşap evi, karşısında ise etrafı duvar ve tel örgü ile çevrilmiş, bahçesindeki Amerikan İlkokulu bahçedeki ulu at kestane ağaçları arkasına gizlenmiş. Kestane ağaçları, baharda koni şeklinde pembe, beyaz çiçekleri ile taçlanır, sonbaharda ise olgunlaşan kahve renkli parlak kestanelerini ve savaş topuzuna benzer yeşil kabuklarını yerlere saçardı. Cazibesine dayanamayıp kestaneyi elime alır sonra da ne yapacağıma karar veremediğimden fırlatır atar ya da bir tekme vurarak yuvarlanışını izlerken ulu çınarın bulunduğu Meydan Mahallesine geldiğimi fark ederdim.

Sağa doğru kıvrılarak fındık ağaçlı bahçeler ve Amerikalıların oturduğu ahşap beyaz boyalı, yeşil ahşap panjurlu, çatı katlı evlerin arasından Cevizli Tarla’ya doğru yönlenirdik. Kalebahçe sokağının sonuna geldiğimizde Robert Kolej evlerinin arasında bulunan dar bir geçitten Cevizli Tarlaya giriyoruz. Bu geçidin iki tarafında evlerin bahçe çitini oluşturan biberiye ve beyaz kokulu çiçekler açan bir tür şimşir, çit bitkisi dikilmiş. Geçerken biberiyelere sürtündüğümüzden etrafa mis gibi kokuları yayılırdı. Dar geçitten sonra bizi geniş ve yemyeşil bir vadi, Cevizli Tarla karşılıyor.


Cevizli tarla, Robert College (Boğaziçi Üniversitesi) ile şehitlik ve Dua Tepe (Kekik Tepesi) arasında kalan bölgeydi. Otlar çok basılmamış, kuytu bir yamaç olduğundan ot toplamak için çok uygun alanlardandı. Robert Colage mezunları bu alana her yıl hatıra çam fidanı dikerlerdi. Her çam ağacının altında ağacı kimlerin ne zaman dikildiğini gösterir mermer plakalar konmuştu. Tepenin alt yamaçları nemli ve ağaçların gölgesinde kaldığından otlar oldukça büyümüş olur, arasına girdiğimde kaybolurdum. Boyumu geçen otların içinde yürümek, yuvarlanmak hoşuma gider, geriye dönüp baktığımda kanal şeklinde bıraktığım izleri görürdüm.  
Fotoğraf: Maziden Fotoğraflarla Türkiye

Farklı renk ve güzellikte irili ufaklı kelebeklerin peşinden koşuyorum. Beyaz sarı renkli, açık kahve ve küçük açık mavi kelebekler çoğunluktaydı. Radikaların mavi çiçekleri ile minik mavi kelebeklerin renk tonları birbirine çok yakındı. Sanki bir örnek olsunlar diye birbirleri için yaratılmıştı. Nadiren de kaplan kelebeklerine rastlıyordum. Kelebek yakalamakta çok başarılı olmasam da peşinde koşmak beni eğlendiriyor. Onlar o kadar narin ve hassaslar ki tesadüfen yakalayabildiğimde istemeden de olsa onları ölümüne neden oluyordum.  Fotoğraf: B. Özkaya

Bahar aylarında kırların güzelliğine doyum olmaz. İlk olarak kısa saplı beyaz ve sarı kır papatyaları, ballıbabalar daha sonra da uzun saplı beyaz papatyalar çıkar, radikanın mavi, ballıbabanın mor, mavi minik kır çiçekleri daha birçokları kırları süslerdi. Bu güzellikleri görünce dayanamaz, duyduğum sevinci ve heyecanı paylaşmak için bakım ne güzel diye bağırmaktan kendimi alamazdım. Annem papatyayı çok sevdiğinden onun için bir demek papatya toplamayı ihmal etmezdim.

Ballıbabanın çiçeklerini sapından ayırır çiçeğin alt kısmını emerdim. Bunu mahalle arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Tatlımsı bir lezzeti vardı. Bir başka eğlence de pisipisi otlarıydı. Bu otların başak gibi kısımlarını meydana getiren parçaları ortadaki omurga gibi olan kısmı kırmadan tek tek koparmak marifetti. Hatta bunu sabırla başarabilene “Akşam yastığın altına koy” sana uğur getirir ya da paraya dönüşür denirdi. Yine pisipisi otunun başak kısmını iki elimizin avuç içi arasına sıkıştırıp ellerimizi ileri geri hareket ettirdiğimizde başağın ellerimiz arasında ileriye doğru hareket ettiğini görürdük. Pisipisi otunun kalınlaşmış içi boş gövdesini keser, üzerine bir iki çentikle düdük yapardık.     

Kırlardaki çiçekler, kokulu bitkiler, kozalaklar, değişik ağaç kabukları gibi hoşuma giden birçok şey ilgimi çekerdi. Kendimi özgür ve mutlu hissederdim. Fıstık çamından yere dökülmüş kozalaklara içi dolu mu diye bakar, kozalak yere düşerken etrafa saçılmış fıstıkları toplamak için etrafa göz atardım. Fıstıkların üzerindeki siyah tozun pantolonumu kirleteceğine aldırmadan cebime doldururdum. Çam ağacının gövdesinden kopmuş ağaç kabuklarını tekne gövdesi şeklinde yontup, ortasına açtığım deliğe bir sopa yerleştirerek yelkenli yapar, leğende yüzdürürdüm.

Yorgunluk atmak için uygun bir yerde mola verdik. Kimi sigarasını tüttürdü, kimimiz yolluklarımızı yedik. Yorgunluk atıldıktan sonra tepeye doğru tırmanmaya başladık. Nafi Baba Türbesi ve yamuk yumuk duran, bazılarının tahrip edildiği Arapça yazılı mezar taşlarının bulunduğu Şehitlik Tepesine vardık.

Türbe camına yaklaşarak dua edildi. Pencerelerindeki demir parmaklıklara bağlanmış çeşitli bez, iplik, kâğıt parçaları, cam kenarına konmuş taşlar ve yanmış, erimiş mumlar ziyaretçilerin dileklerine aracılık ediyordu. Birkaç yaşlı selvi ağacı ve maki çalılıklarının süslediği, rüzgârlı tepe birçok Türk filmine de plato olmuştur. Bu tepeye geldiğimizde kaleler ve Robert Koleje üzerinden Küçüksuyu, Vaniköyü ve boğazın güzelliği seyredilirdi. Issız ve gözden ırak bir tepe olduğundan çevreden gelen arabalı aşıkların da mekanıydı.  Bugün bu alan Boğaziçi Üniversitesi Kampüsü içine dahil edilmiştir.
Fotoğraflar: http://www.okck.net 

Kekik tepesine vardığımızda, minik koyu yeşil yapraklı, sarmaşık gibi dağa sarılan yaban kekiklerini yalayarak bize ulaşan serin Boğaziçi rüzgârını içimizde hissederdik. Aynı zamanda bu tepe kendi yaptığımız uçurtmalarla yarıştığımız tepedir. O günkü kekik tepesi bugün otobüs manevralarına ve restoranlara yerini bıraktı.

Babam, kekik tepesinin (Dua Tepe) rüzgarlı olmasından dolayı eskilerde harman yapıldığını, Rober Kolej tarafındaki tepede Dero’nun mandırasının olduğunu, mandırasından çok güzel süt ve kaymak aldıklarını, ineklere yem olsun diye dikilen şalgamlardan yemek yapmak için topladıklarını anlatırdı. Benim tepelerde dolaştığım zamanlarda bu anlattıklarından birkaç yıkık duvardan başka bir şey kalmamıştı.

Bir başka ot toplama rotamız da Kaptan Kazım Meral ve eşi Kezban Hanımın evi ile Mahmut amcanın bahçe duvarındaki yatırı geçip Bedri Amcanın bostanını takip ettiğimiz yoldu. Böğürtlen çalılıklarının çit yaptığı bahçeleri geçip Bedri amcanın tek katlı evinin önüne gelirdik. Bedri amcanın eşi Nevzat hanımın izin gününe denk gelmişsek bizi evin önünde karşılardı. Nevzat teyze kalın gözlüklü, zayıf, esmer, kısa boylu, mütevazı, güler yüzlü, hoş sohbet, sigara içmekten kalınlaşmış sesiyle hal hatır sorar, ayaküstü sohbet ederdi. Bedri amca sinirli gününde değilse ve de evin durumu uygunsa Nevzat Teyze dönüşte uğrayın der bizi ısrarla akşamüstü çayına davet ederdi.

Toprak yoldan Rumelihisarı üstüne çıkıyoruz. Bahçe içindeki at ve inek barınaklarından gelen pis kokular sütçü Ali’nin bahçesine yaklaştığımızı belli ediyor. Sütçü Ali’nin büyük bahçesinde dut, ceviz, ayva ve daha birçok meyve ağacı vardı. Ali, süt ve bahçesinde yetişen meyveleri satar, dut zamanı dut ağaçlarını dutçulara kiraya verirdi.

Ermeni Mezarlığı önündeki meydana geldiğimizde Bedri amcanın ekip biçtiği meydanın sağ tarafında bulunan sürülü tarladan mevsimiyse bol mikt
arda yabani pırasa toplardık. Yabani pırasanın tadı taze sarımsağa benzer. Baş kısmını beyaz, mimik yavru soğancıkların süslediği, püsküllü sarımsak başı şeklinde, sap kısmı ince pırasa gibi. Toprağa yakın sap kısmından tutularak usulca çeker kökü ile sökmeye çalışırdık. Toprak sıkı ya da kuru ise sökmek kolay olmazdı.

Eğer vakit uygunsa, Ermeni mezarlığı yanındaki yamaçtan aşağı inerdik. İki tepenin kesiştiği vadide suyu cılız bir dere ve dere kenarında topraktan kaynayan kaynak suyu vardı. Buz gibi tertemiz suyla elimizi yüzümüzü yıkar ferahlardık. Taş ve toprak arasından kaynayan suyu toprak kalkmasın diye usulca avuçlar içerdik. Kadınlar dere kenarındaki körpe su teresi ve açık yeşil minik yapraklı kuşkonmaz otlarından toplarken bende dere içinde su yüzüne çıkan kayaların üstüne ayakucu ile basar bir taraftan öbür tarafa zıplar, sularla oynardım. Burada bir süre dinlenir, su kenarında çıkınımızda kalan yolluklarımızı yer, yine ot toplayarak aynı yoldan geri dönerdik. Şimdi bu alanda Fatih Sultan Mehmet köprüsüne bağlantı yolları bulunmaktadır.

Nevzat ya da Kezban (Meral) hanım bizi çaya davet etmişse doğru davet aldığımız yere gider, ağaç gölgesi ya da çardak altında herkes kendine uygun oturacak bir yer bulur, yerleşir önüne yaygısını açar topladığı otları ayıklar, ayırırdı. Ben de meyve ağacı ya da asma varsa gözüm onlarda olurdu. Bedri amca yoksa ve kimse ses etmiyor yavaştan meyve ağaçlarına yanaşırdım. Çay, yanında bisküvi, kurabiye, börek bazen de kahvaltı sofrası gibi ekmek, peynir, zeytin ikram ederlerdi. Yabani pırasa toplamışsak taze ekmek, zeytin ve yabani pırasa yemek en çok sevdiğim şeydi. Hava kararmaya doğru herkes evinin yolunu tutar akşam yemeği için hazırlıklar başlardı.  

Günümüzde semt pazarlarında ya da eski İstanbulluların yaşadığı semtlerde radika satıldığına rastladığımda Rumelihisarı günlerimi, çocukluğumu hatırlarım.

Radika Salatası; Bizim evimizde yapıldığı şekliyle; Radikalar bol su ile yıkandıktan sonra suyu süzülür, çukur bir kaba konur. Üzerine salataya tuz eker gibi biraz tuz serpilir. Elle mıncıklanarak öldürülür. Mıncıklanan radikaların acılığı ve diriliği gider. Avuç içinde sıkılan radikalardan akan yeşil su atılır. Sıkılan radika ayrı bir kaba konur. Birkaç diş sarımsak küçük parçalar halinde doğranarak radikalara eklenir. Zeytinyağı, limon isteğe bağlı olarak sirke ile hazırlanan sos ilave edilerek iyice karıştırılır. Fotoğraf: http://nergismevsimi.blogspot.com.tr

Takvor Teodorosyan   Ocak/ 2013


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder