1 Eylül 2018 Cumartesi

DEDENİN HİKÂYESİ


Dede, Anadolu’daki köyünde sıradan kendi halinde bağıyla bahçesiyle uğraşır, çiftçilik yapar, hayvanlarını güder, kavun ve karpuz yetiştirirmiş. Ailesiyle mutlu, huzurlu bir yaşantısı varmış. Gel zaman git zaman birilerine yaşadığı topraklar dar gelmiş, başkalarının sahip olduklarını da almak, daha çok toprağa sahip olmak, güçlerine güç katmak istemişler. Dede ve ailesi evini, topraklarını vermemek için çok direnmişler. Bu direniş sırasında eşini kaybetmiş, güçleri yetmemiş daha fazlasına. Bakmışlar ki canlarından olacaklar, oğlunu ve kız kardeşini yanına alarak İstanbul’a göç etmeğe karar vermiş. Yolluklarını, alacakları birkaç eşyayı toparlarken köylerine baskın yapılmış. Sinmişler bir kenara, tehlike geçince tekrar koyulmuşlar yola. Türlü meşakkatlerden sonra varmışlar İstanbul’a.


Dede de kız kardeşi de evlenmiş, kendilerine yeni bir yaşam kurmuşlar. Bildiği işlere yakın olması nedeniyle yaşlılık onu ele geçirene kadar uzun yıllar işlek bir çarşıda manavlık yapmış. Her gün sabahları erkenden hale gider, kabzımallardan malları seçer, haldeki kara yağız, burma bıyıklı, küfeli hamallara yükler dükkânın yolunu tutarmış.    

Dükkânda, prostelasını göbeğinin üstüne bağlar, sandıktan aldığı malları prostelaya sürerek parlatır sonra müşteriye hoş gözükecek şekilde tezgâha özenle dizermiş. Günlük kazancını sağlar, Allah bereket versin der akşam yolu üzerindeki fırından yeni çıkmış sıcak ekmeğini alır evinin yolunu tutarmış. Sıradan mütevazı bir hayat ona yetiyormuş. En büyük sorunu, yaşlılığını fırsat bilen çarşı hamallarının tezgâhındaki mallarını aşırması ve tepki gösterdiğinde üzerine yürüyerek dövmeleri, hırpalamalarıymış.

Müşterinin aldığı malları sabit kalemle kese kâğıdı üzerinde fiyatlandırır, kalem yazmadığında kalemin ucunu ağzında ıslatır tekrar yazmaya devam edermiş. Hesabı pratik bir şekilde, hesap makinesi kullanmadan hızlıca kafadan yaparmış. Bununla da övünür, gençlerle bile yarışırmış.

Anadolu terbiyesi ile büyümüş olduğundan onun için oturup kalkmak, el öpmek, aile büyüğü olarak sayılmak, sözünün dinlenmesi, kim olursa olsun saygılı davranılması onun için önemli şeylermiş.   

Çekingen bir torunu varmış. Yanlış yapmaktan ve eleştirilmekten korktuğu için kendisi gibi kafadan çabuk hesap yapamazmış. Çekingenliğini atması, kafadan hesap yapmakta pratikleşmesine yardımcı olacağını düşünerek ona bir teklifte bulunmuş, okullar yaz tatiline girdiğinde yanına çırak olarak gelmesini istemiş. Bu teklif torununun çok hoşuna gitmemiş, ama dedenin ısrarına karşı duramayan ailesi okullar kapanınca göndermeye karar vermişler.

Torunu, dükkânın süpürülmesi ile işe başlamış, çekinerek de olsa dede’nin teşvikiyle “Buyurun, buyurun…” diye müşterileri çağırmayı, malları tezgâha dizmeyi öğrenmiş. Artık, günlük dükkan işlerini yapar olmuş. Birden fazla kalemde hesap yapmakta güçlük çekse de zamanla onu da öğrenmiş. Dede, pratik yapsın diye boş olduklarında kafa hesabı sorar,  Torun’u yanlış yapmaktan korkar, dedesi kızacak diye bildiğini de söyleyemez olurmuş. Torunu, okulda öğretilen toplama çıkarma işlemi ile Dede’nin yaptığı arasındaki farkı kavradığında çözmüş hesap yapmanın sırrını. Gruplandırmayı, önce tam sayıları toplayıp sonra küsuratları eklemeyi, tama tamamlayıp sonra eksilmek gibi pratiklikleri kazanmış.  Gün geçtikçe mal alma işi için hale gitmeye başlamış, hatta bir marifet ve güç gösterisi olarak sadıkları yüklenir dükkâna getirirmiş. Bunları yaparmış, yapmasına ama çok da hoşlanmazmış bu işten.

Bir akşamüstü, kılık kıyafetinden duruşundan yorgun görünüşlü kendi halinde kıt kanaat geçinen biri görüntüsünde bir müşteri dükkâna gelmiş. Torunu, adamın haline acımış, zaten alacağı bir kilo domates diye düşünmüş, domatesi seçmesine izin vermiş. Onu izleyen Dede’nin suratı değişivermiş.  Müşteri gittikten sonra ;
-Dede; Neden domatesleri seçmesine izin verdin?
-Torun suskun; Dede, daha önce bu konuda uyarmıştı.
-Dede; Biz domatesleri alırken seçerek mi alıyoruz? Bozuk olanları kime vereceksin? 
-Torun; Dede’yi haklı bulmuş, ama o da müşterinin haline acımış iyisini vermek istemiş.

Çıraklık, torunu için iyi bir deneyim olmuş. Bir şeyleri yapmayı öğrense bile ruhunu rahatsız edecek şeyleri yapamayacağını, onu değiştiremeyeceğini hissetmiş. Bir sonraki yıllar devam etmemiş çıraklık.  

Seneler sonra Dede hastalanmış. Bir süre sonra da emekliye ayrılmak zorunda kalmış. Bir yaz ayı hava değişimi olması için torununun annesi büyük kızının evine misafir olmuş. Sanki o prensip sahibi dede gitmiş, tonton bir ihtiyar gelmişti. Torunu onu yakından tanıdıkça eskiye göre daha çok sevmeye başlamış. Dede, torunu ile sahile gider, onların denize girmelerini seyreder sonra tekrar birlikte eve dönerlermiş. At arabasıyla karpuz kavun satan satıcı gördüğümüzde Dede köyünü hatırlar, kendisinin kavun karpuz yetiştirdiği zamanları anımsar, Ey gidi günler der iç çekermiş. At arabasına yanaşır, eliyle karpuza fiske vurur karpuzun çıkardığı sese göre seçermiş iyisini.  İyi karpuz tınından belli olurmuş. Sahilden eve çıkarken yolda köyde yaptıklarını, anılarını anlatır, dik yokuşun nasıl çıkıldığı fark edilmezmiş.

Eve vardıklarında köpekleri Pars karşılarmış onları. Pars, çoban köpeği ile tazı karışımı kırma bir cinsmiş. Çok süratli koşar, boynunun alt kısmı beyaz diğer kısımları parlak siyah renkli, kulakları düşük, kafasını sola doğru eğer, masum bir şekilde bakarmış. Türlü cilvelerle yerinde duramaz, ön ayaklarını üzerlerine dayayarak, kuyruğunu sallar, yılışırmış. Dede de köpekleri çok sever, onların vefakâr ve sadık hayvanlar olduğunu söylemiş ve başlarından geçen bir hikâyeyi anlatmaya başlamış.

Yakın arkadaşımla birlikte komşu köyü ziyarete gitmeye karar verdik. Hem dostlarımızı görecek hem de ihtiyaçlarımızı alıp dönecektik. Bir gün önce tüm hazırlıklarımızı yaptık. Sabah erkenden atlarımızı tımarlayıp eğerlerini kuşattık. Erzak ve eşyalarımızın bulunduğu heybeleri eğerin üzerine yerleştirdik. Arkadaşım ne olur, ne olmaz yol hali deyip tüfeğini de eğere yerleştirmeyi ihmal etmedi. Birlikte atlarımız yan yana yola koyulduk. Bir yandan konuşuyor bir yandan da yol gidiyoruz. Arkadaşımın köpeği de peşimiz sıra bizi takip ediyor.

Bir süre yol gittikten sonra yol kenarında gürül gürül akan pınarı görünce dayanamayıp mola verdik. Oluktan akan buz gibi suyla elimizi yüzümüzü yıkadık, hayvanlarımızı suladık, yemledik. Heybeden yolluklarımızı çıkarıp pınarın yanındaki düzlükte karnımızı doyurduk. Bir süre dinlendikten sonra tekrar yola koyulduk.  Yola devam ettik etmesine de köpekte bir gariplik var. Atın önüne geçip bizi engellemeye çalışıyor. Bağırıyoruz, kızıyoruz vazgeçer gibi oluyor. Tekrar önümüze geçip var gücüyle havlamaya başlıyor. Ne yaptıksak durduramadık köpeği, çılgına dönmüştü. Kuduz olabileceğinden şüphelendik. Arkadaşım baktı ki olacak gibi değil yola devam edemiyoruz. Çekti tüfeğini köpeğe ateş etti, can havli ile köpek bizden uzaklaştı, gözden kayboldu.

Böylece yolumuza devam ettik. Komşu köyde işlerimizi gördük, geri dönüyoruz. Giderken mola verdiğimiz pınar başına vardığımızda yalağın kenarında köpeğin kıvrılıp yattığını gördük. Yanına yaklaştığımızda büyük bir hüzün ve suçluluk bedenimizi sardı. Köpek, yaralı bir şekilde unuttuğumuz heybenin üzerine yatmıştı. Bizim sahip çıkamadığımıza sahip çıkmıştı.

Çok üzgündük, kopeğin sadakati karşısında anlamadan, dinlemeden karar vermenin vicdan azabını çekiyorduk her ikimizde.  

Mart/2016
Takvor Teodorosyan       

31 Ağustos 2018 Cuma

SERÇE KUŞLARI



Medeniyetlerin gelip geçtiği, krallara, padişahlara mekan olmuş, farklı inanışları ve kültürleri bağrında buluşturan,  otantik çeşitlilikleriyle ve renkli yaşantılarıyla masallara konu oluş, tarihiyle, doğal güzellikleriyle insanları büyülemiş, gezginlere, sanatçılara ilham kaynağı olmuş, dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan İstanbul’da bir kız, bir de adam yaşarmış.

Sabah gün ışığı ile aydınlanan şehirde, insanları bir telaş alır, bir yerlere yetişmek için koşuşturma başlarlarmış. Tıka basa dolup taşan toplu taşıma araçlarına kendilerini zor atarlarmış. Taşıt içinde ezile büzüle kendine dayanacak bir destek, tutunacak bir askı buldular mı cep telefonundaki dünyalarına dalar, gelen geçen hiç umurunda olmazmış. Zaman baskısı, bütün gün çalışmanın verdiği yorgunluklarına bir de trafik yoğunluğu eklenir, insanların bir başkasına dayanma sabrını zorlar, en ufak bir sebep büyük olaylara, kavgalara neden olurmuş. İnsanlar bu koşuşturma ve telaş içinde kurulmuş bir makine gibi yaşar günlerini geçirirlermiş. İsteklerini karşılamak uğruna kendi yaşamlarını satarlarmış. Bu telaş ve koşuşturma içinde mevsimleri hissedemez, uçan kuşu, açan çiçeği, uçuşan kelebekleri göremez olmuşlar ya da doğal güzelliklerin özlemini çeker olurlarmış. Kız da adam da bu insanlardan çok farklı değillermiş. Onların, diğerlerinden farkı bu döngünün dışına çıkmayı, hayallerinin peşinde koşmak istemeleriymiş. Ancak, hayatlarında yapmayı planladıkları değişikliğin sonucundan duydukları endişe, bu kısır döngüden çıkmalarını engeller dururmuş. Kızda adam da yaşamlarını değiştirmekte zorlanır, arzuladıkları gibi yaşayamamaktan, mevcut durumlarını değiştirememekten yakınır dururlarmış. 

Gün dönmüş, mevsim değişmiş, yıllar geçmiş. Kız ile adamın düşünceleri evrende buluşmuş, kader her ikisini bilgenin huzurunda bir araya getirmiş. Bilge sormuş; 
-Neden buradasınız? 
-Sözleşmiş gibi hep bir ağızdan bir ağızdan “Yolumuzu arıyorum. Kendimiz olmak istiyoruz.” deyivermişler.

Bilge, onları dinlemiş, deneyimlerinden örnekler vermiş, öğütlerde bulunmuş. Öğrettiklerini hatırlamaları için doğal malzemelerle el işi göz nuru kolyeyi kıza, bilekliği de adama takmış.

Kızın kolyesindeki taşların birinde “Yavaşla” diğerinde “Farkındalık” üçüncüsünde de “Paylaş” yazıyormuş. Yavaşla, elindekilerin ve çevrendekilerin farkına var, fazlalıklarından kurtul, farklı şeylerle bağlantı kur ve paylaşı simgeliyormuş. Adamın bilekliğindeki taşlarda ise “İtaat”  diğerinde “Dizginlik” üçüncüsünde ise “Fakirlik” yazıyormuş. Ölçülü ve kontrollü ol, fakirlikle başa çık, kendi hedeflerine, ideallerine itaat etmeyi, onlara sahip çıkmayı simgelermiş.

Daha sonra bilge onları bir serçe kuşuna çevirmiş. Geçmiş zamanlarda yaşamış oldukları yerlere uçmalarını, yaşanmışlıklarını, gördüklerini ve geçmişte unuttukları bir şeyler varsa, alıp gelmelerini istemiş. Serçelerden her biri kendi yaşadıkları yerlere uçmuşlar.

Aradan uzun zaman geçmiş, serçeler geri dönmüşler. Bilge onları eski hallerine döndürmüş. Kız ile adam bir telaş bir heyecan içinde gördüklerini, fark ettiklerini bilgeye anlatmaya başlamışlar. Bilge sözlerini kesmiş. Sakin olmalarını, kendisini dinlemelerini istemiş. Duvarda asılı bulunan aynayı almış önce kızın sonra adamın yüzüne tutmuş, dikkatle aynaya bakmalarını istemiş. Sonra söyle devam etmiş “Her birinizin aynaya baktığında gördüğü sizin en büyük düşmanınız. Geçmişinizde gördüklerinizi, fark ettiklerinizi bana değil ona anlatacaksınız. Her biriniz kendi yolunuzu kendiniz bulamak zorundasınız. Yolunuzu ben tarif edersem kafesteki kuştan farkınız olmaz.” demiş.

Kız ve adam bilgeye şükranlarını sunar, her biri kendi yolluna gider.

Takvor Teodorosyan Ocak/2016

30 Ağustos 2018 Perşembe

KARA TURP


Dağların eteklerine kurulmuş, bahçeler içinde birkaç bağdadi evden oluşan küçük, şirin mi şirin bir köy. Saçakları birbirine yanaşmış damlar arasından süzülen güneş, daracık Arnavut kaldırımlı yoldaki taşlarının kusursuz dizilişini ve estetiğini sergiliyor, gözler önüne. Yolun ortasından düz bir çizgi çizilmişçesine, ortadan kenarlara doğru iki yanda geniş alınlı kaya taşları gittikçe küçülerek evlerin kapı eşiklerine ulaşıyor. Hünerli zanaatkârların elinden çıkmış dövme demirden, pirinçten yapılmış farklı motif ve işçilikteki tutacaklar, tokmaklar ve anahtar delikleri kapılara süs olmuş. Pencerelerin kenarları ıtırlar,  sardunyalar, fesleğenler ile renklendirilmiş. Bahçe duvarlarını saran hanımeliler ve yaseminler kokularını salmış mahalleye. Esen rüzgarın dışarı doğru savurduğu dantel oyalı sakız beyazı perdeler temizliği, saflığı anımsatıyor. Pencerede, perde arkasında kendini gizleyen meraklı gözler, kapı eşiğine ilişmiş yün ören bir nine, uzaktan bize yaklaşan bastonlu ihtiyar, sokakta oynayan çocuklar, haylayan köpekler, öten kümes hayvanları daha göremediğimiz niceleri bu mahallenin sakinleri.

Gün ışığı bastonlu adamın arkasından vuruyor, yüzünü seçemiyorum. Birbirimize yaklaştıkça daha önceki ziyaretimde tanıştığım ve ilgi gösterip beni evine konuk eden ihtiyar olduğunu fark ediyorum. Selamlaştık, geçen sohbetimizden hemen hatırladı beni, hoş gelmişsin dedi, tokalaştık. Onu görmekten mutlu oldum. Ayaküstü hal hatır sorduk birbirimize. İhtiyar, Anadolu misafirperverliği ile tüm bahane uydurmalarıma ve direnişlerime rağmen hiç olmazsa bir çay içmek üzere evine davet etti. Daha önceki tanışıklığımız, sohbetimizin hatırı ve içten, samimi daveti geri çeviremedim.

İhtiyar bahçe kapısını açıp buyur ederken, eşine de ses etti. Çoban köpeği, gür ve kalın sesiyle ben buradayım dercesine hırlamaya, havlamaya başladı. İhtiyarın işaretiyle kuyruğunu salladı, ilgisini bizden kesmeden, kulaklarını dikti arka ayakları üstüne oturdu kulübesinin önünde. Seslerimizi duyan evin hanımı telaşla kapıyı açtı, buyur etti. Evden içeri girdiğimde ilk hissettiğim şey sabun ve temizlik kokusuydu. Loş bir koridordan genişçe bir odaya geçip sedirdeki yerimi aldım. Odanın ortasında saç odun sobası. Güneş var ama hava serin. İhtiyar, üşünmemesi için odun attı, harladı sobayı. İhtiyarın eşi çay demlemek üzere mutfağa gitti. Hazırlıklarını yürütürken arada bir de bize eşlik edip konuşmalarımıza katılıyordu.

Burnuma gelen, çoktandır unuttuğum odun kokusu beni çocukluğuma, odun yaktığımız günlere götürdü. Anımsadım eski günlerimi, çocukluğumu; Dağdan topladığım çam kozalaklarını yanan sobanın içine atar, kozalakların yanarken çıkardığı sesleri dinlemekten hoşlanırdım. Yanışlarında bir kargaşa, bir heyecan vardı. Sanki içinde biriktirdiklerini açığa çıkartırcasına çatırdayarak yanar, kabına sığmayanları da sobanın dışına attıkları olurdu. Kozalakların patlaya çatlaya harlı yanışını fark eden babam baca tutuşacak telaşındaydı. Ona bir hoşluk olması, odanın güzel kokması için soba üzerine koyduğum portakal kabuklardan birini alıp babamın yüzüne yapıştırdım. Hiç gecikmeden paparayı yemiştim. Yüzü yanmış, canı acımıştı. Sonucun böyle olacağını düşünmemiştim tabii ki. Çok üzülmüş ve utanmıştım yaptığımdan. Duygu yüklü anılar hiç unutulmuyor. Bazen bir koku, bazen bir eşya, bazen bir olay albümdeki bir fotoğraf, zihnimizin derinliklerindeki yaşanmışlıkları, duyguları canlandırıyor sanal gerçeklikte, geçmişteki anıyı yaşıyor insan.

Evin hanımı, porselen demlikle çaydanlığı sobanın üzerine oturttu. Tekrar mutfağa döndü. El çabukluğu ile yaptığı ketelerle (TDK: Yağlı, mayalı veya mayasız hamurdan yapılan çörek) döndü yanımıza.

Sohbet çok güzel, ikramlar nefisti. Vakit geç oldu, yolcu yolunda gerek deyip, izin istedim, vedalaştık. Hanımı, bahçesinden topladığı birkaç karaturpu kâğıda sarıp “Beyim, evinize iyilik, sağlık götürün” diyerek, elime tutuşturdu. 
-Turpları siz mi yetiştiriyorsunuz?
-Evet; Bostanımızda karaturp yetiştirmek bir aile geleneğidir.
-Merak ettim, ihtiyara sordum; bu karaturp yetiştirme sevdanız nereden geliyor? Neden karaturp?

İhtiyar başladı anlatmaya; Bu evin sahibi büyük dedemizin uzun boylu, beline kadar gür, dalgalı, koyu kestane saçları olan temiz pürüzsüz tenli, güleç yüzlü, güzel mi güzel bir kızı varmış. Kızın yüzü gibi huyu da güzel, gönlü zengin, kalbi de sevgiyle doluymuş. Herkes tarafından çok sevilir, el üstünde tutulur, yardımseverliği ve yaptığı iyilikler her yerde konuşulur olurmuş. Babasından çekinir saygı eder, çekincesinde başını öne eğer, yanakları al al olurmuş.  Ama kendi yaşıtları içinde şen şakrakmış.

Günlerden bir gün babası, eve vardığında, kızının ana rahminde gibi dizlerini karnına çekmiş kıvranır olduğunu görmüş.
-“Ne o kız, neyin var sevdalandın mı yoksa?” diye seslenmiş, şakalaşmış onunla.
-Hanımı;  “Ses etme bey, kızın çok sancısı var”  
-Nane, limon kaynatın mı?
-Bey, her şeyi denedim. Çare olmuyor. Ebe kadına da haber saldım geldi. Ne olduğunu anlayamadı. Bir hekime göstermemizi salık verdi.

Gün dönmüş hekime gitmişler. Hekim muayene etmiş ne olduğunu o da konduramamış. O zamanlar röntgenmiş, filimmiş yok tabii. Çaresiz eve gelmişler. Çevre köylerden şifalı sular mı içirtmemişler, şifacılara mı gitmemişler, dualar mı etmemişler anlayacağın ellerinden gelen her şeyi denemişler. Gün geçtikçe kızın ağrıları artmış, gözlerinin önünde eriyip gidiyormuş. Sonunda göçmüş, gitmiş bu dünyadan. Bütün köy, günlerce ağlamış yas tutmuş.

Doktorlardan ricada bulunmuşlar, ona bu ızdırap veren neymiş diye, yarmışlar karnını, nasıl olmuşsa olmuş bir tırnak parçası batmış midesine, zamanla büyümüş, delmiş midesini. Babası, kızın midesinden çıkartılan tırnağı kızının nişanı olsun diye çakısına sap yaptırmış. Defnetmişler köy çıkışındaki mezarlığa.

Uzun zaman geçmiş bir gün hanımı sofrayı kurmuş, yemek yiyorlarmış. Kızın babası çakısını çıkarmış, sofrada duran siyah turptan bir parça kesip yemiş. Yemek yenmiş, baba odaya çekilmiş, hanımı da sofrayı toplamaya koyulmuş. Birden bir çığlık kopmuş evin içinde, yer yerinden oynamış. Hanımı, “Çare karaturpmuş” bey, “karaturp”, “karaturp” diye dövünüp duruyormuş. Baba, gitmiş bakmış ki ne görsün, karaturpun yanına bıraktığı çakının tırnaktan yapılmış sapını eritmiş karaturp. Kızımın hayatını kurtaracak olan şey karaturpmuş meğer.

O gün bu gündür, bu evin bostanında sadece insanlara şifa olsun diye karaturp eker dururuz.

Bu olaydan sonra öğrendik ki turpun tarihçesi oldukça eskilere dayanırmış. Turp ilk olarak Çin'de yetiştirilmiş. Daha sonraları Antik Yunan ve Romalılar tarafından keşfedilmiş ve yetiştirilmeye başlamış. 18. Yüzyıldan sonra da Avrupa’da tüketilir olmuş.  Karnak tapınağında turpu sembolize eden hiyerogliflerden Mısır'da firavunlar zamanında karaturpun yetiştirildiği biliniyor. Tüm turplar hemen hemen ayni özelliklere sahip olmasına rağmen doğu bitkicileri tarafından karaturp medikal alanda en çok tercih edilen türdür. 

İnsan için gerekli olan her şey kendisinin de parçası olduğu doğada mevcut. Doğada her şey yaratılmış, olması gerektiği gibi.

Şubat/2016

Turp Tarihçesi konusunda yararlanılan kaynak;