8 Ağustos 2015 Cumartesi

RUMELİHİSARI ANILARI (HAVUZ / KAYIKHANE)


Kayıkhaneler sandalların istirahatgahı olması yanında, insanları denizle buluşturan, daha doğrusu insanla denizi göz hizasına getiren mekanlardı. Bu mekanlarda denizle buluşur, onunla kucaklaşılırdı. Ne yazık ki günümüzde kıyıların süsü kayıkhaneler betonla kaplandı ya da önüne beton yollar çekildi.

Bir başka kaybettiğimiz şey de “V” şeklindeki sandal yanaşma merdivenleridir. Sandal, sahildeki bu merdivenlere yanaşır “V” nin ortasındaki sahanlığa inilir istenilen istikamette sağdaki ya da soldaki merdivenlerle sahile çıkılırdı. Şimdilerde ise kazara denize düşenin kolaylıkla sahile çıkabilmesi için çareler aranır oldu.  

Karpuz kabuğu artık her mevsim denize düşebilsede benim çocukluğumda büyüklerin söylemi ve alışkanlığı  “Karpuz kabuğu denize düşmeden denize girilmez” denirdi. Haziran ayının ikinci yarısından sonra denize girmeye başlardık. Deniz mevsimini erken açanlarda vardı tabii ki.

Babam denize götürecek diye hafta sonlarını iple çekerdim. Annem beni hazırlar, ama denize gelmezdi. Gelecek olsa da etraftan çekindiğinden denize girmez bizi seyrederdi. Evden çıktığımızda, kapısının önünü süpüren, penceresinden bir şeyler silkeleyen komşularımızla kısa sohbetler yapılır, hal hatır sorulurdu.  Komşu “Bizim çocukta istiyor sizinle gelsin” der çocuk bize dâhil olurdu ya da “Çarşıda, bizim beyi görürseniz söyleyin, gelirken ekmek getirsin” mesajını yollardı. Kadıköy’de oturan Teyzem bizde kalıyorsa o da bizimle beraber gelirdi. Teyzemle, aramızdaki en büyük sorun körüklü Kodak fotoğraf makinesini kimin taşıyacağıydı. Bu yüzden sürekli tartışırdık. HüsHüsHHSahile indiğimizde, rastladığımız tanıdıklar ile selamlaşır, ayaküstü sohbetler yapılırdı. Ben de biran önce havuza gitmek için sabırsızlanır mızmızlanırdım.  

Havuz, eski bir balıkçı barınağı, bir kenarı asfalt yolun duvarı, yan ve ön kısım beton blok, sağ tarafı ise kayıkhaneydi. Sol tarafta su akımı olması için bir delik bırakılmıştı. Havuzun kayıkhane tarafı sığ olup, diğer tarafa doğru hafifçe derinleşirdi. Tabanı irili ufaklı taşlıydı. Deniz tarafındaki duvarda bir sandal girecek kadar açıklık vardı. Havuz, yüzme bilmeyenlerin, çocukların vazgeçilmez mekanıydı. Yüzme bilenler havuz kenarındaki beton blok üzerinden boğazın derin, akıntılı, serin sularına atlar, yüzerek havuz ağzından ya da kalelerin önünden karaya çıkarlardı. Birtakım figürler yaparak, bağırarak denize atlayanları seyrederdik. Birçok kişi yüzmeyi bu havuzda öğrenmiştir.

Elbiselerimizi ve eşyalarımızı kayıkhanedeki bir sandalın içine yerleştirir, doğru denize koşardım. Girdim mi çıkmak bilmezdim. Uzun süre suda kaldığımda titrer, dudaklarım morarırdı. Babamın dışarı çıkıp güneşlenmek konusundaki uyarılarını dikkate almaz “Baba birazcık daha, ne olur biraz daha..” larım bitmek bilmezdi. Dışarı güneşlenmek için çıktığım zamanları fırsat bilen babam beni birilerine emanet eder ya da sıkı sıkıya kendisini beklememi tembih ederek yüzmeye giderdi. Onun, atlamasını ve kulaç atışını hayranlıkla izler onun gibi olmaya özenirdim.

Behzat (Güç) ağabey beni sırtına alır derinde yüzdürür, cesaret kazanmama yardımcı olurdu. Havuzda yüzmeyi öğrendim, ama derinde tek başına yüzmeye cesaret edemiyorum. Amcam bir gün dayanamadı. Bu böyle olmaz deyip beni tuttuğu gibi havuz başından derine fırlattı. Babam endişeli, amcam gözü pekti. Korku ve heyecanla başlayan bu deneyimden sonra derin sularda yüzmeye başladım. Kulaç atmaya gerek kalmaz, akıntı istediğiniz yere kadar sürüklerdi.

Havuzun üst tarafında büyük demir ışıklı çapa panosu üzerinden balıklama denize atlayanları hayranlıkla izlerdim. Bu tür bir şeye ne imrendim ne de cesaret ettim. Bu atlayışlar çok riskliydi. Nitekim bölgeyi bilmeyen kişilerin balıklama atlayarak kafasını dipteki kayalara çarparak ya da gelişigüzel denize atılmış inşaat demirlerine saplanarak hayatını kaybettiğini çok duymuşuzdur.

Yaz aylarında İstanbul’un farklı semtlerinden ya da Rumelihisarı ile bir şekilde bağlantısı olmuş yurt dışındakiler yazlığa gelirlerdi. Kimi yazlık ev tutar kimi de yakınlarının yanına yerleşirdi. Katılan her kişi gurubumuza farklı bir renk ve hareket katardı. Kızlı, erkekli farklı yaş gruplarının oluşturduğu yaklaşık otuz beş, kırk kişilik karma bir topluluk oluşur, birlikte dolaşır, birlikte eğlenirdik.

Kilise tarafındaki mahallelerde oturan arkadaşlar boynunda havlu grup halinde,  ilginç mimarisi ile dikkati çeken Perili Köşk (Bugünkü Borusan Holding Binası) yanındaki uzun beton merdivenlerden sahile inerlerdi. Avcı Restoran karşısındaki kayıkhaneyi mekan tutmuşlardı. Kayıkhane bizlerin denize girdiği, güneşlendiği, şakalaştığı, oyunlar oynadığı, ortaya atılan bir konu üzerinde hararetli tartışmaların yapıldığı bir mekandı.  

Kayıkhane öğlene doğru kalabalıklaşırdı. Hafta içi kalabalığını daha çok okullu gençler, bayanlar ve çocuklar oluştururdu. Hafta sonu çalışan kesim de dahil olduğundan oldukça kalabalıklaşırdı. Kimileri dokuztaş, üçtaş oynar, kimi denize girer, kimi güneşlenir. Biri ortaya bir konu atar ilgi duyanlar fikri tartışmalara girerlerdi. Oyunda kaybedenlerin cezası kollarından bacaklarından tutularak beşik gibi sallayıp bir, iki, üç sayarak denize atmaktı. Güneş altında ısınmış biri için az sayılmazdı bu ceza. Denize girmek için atlama yerine kadar gelmiş bir türlü atlamaya cesaret edemeyenleri kollar, uygun bir pozisyon yakalandığımızda denize atmaktan zevk alırdık. Kayıkhanenin ön kısmı sığ kayalıktı. Biraz ileri gidildiğinde birden derinleşirdi. Yüzme bilenler yüzme bilmeyenlere öğretir, yüzme bilip korkanlara da refakat ederlerdi.

Kayıkhane dışında yüzdüğümüz yerler Çapa’ların yalısı ve Saray (Zeki Paşa Yalısı) önüydü. Yalıların önündeki yol açıkken kolaylıkla geçip gidiyorduk. Bir ara bu yolu yalı sahipleri kapattı. Zor da olsa bir şekilde geçiyorduk. Ama sahilin herkese açık olma fikri ve gençliğin verdiği heyecanla geçişime mani olmak isteyen yalı sahibiyle tartıştığımızda yalı sahibi bana boğazdan geçen Rus bandıralı bir gemiyi işaret ederek “Senin gemin geçiyor, sen oraya git” diye bağırdığını unutamam.

Kıyıya yakın geçen sebze, meyve, su, odun taşıyan büyük mavnaların egzozundan kesik kesik çıkan pata, pata.. egzoz sesleri mavnanın geldiğini uzaktan haber verir, mavnaya takılmak isteyenler hızlıca mavnaya doğru yüzer ve kenarlarında asılı lastiklere ya da arkasındaki filikaya takılırlardı. Zevkli olduğu kadar, tutunamayıp dümen suyuna kayma riski olduğundan mavna tayfası taşıdıkları ne ise daha çok sebze mavnaları patlıcan, domates, salatalık ne eline geçerse fırlatır, bağırır, küfreder takılmaya engel olmaya çalışırlardı. Ama nafile. 

Vakit öğleyi geçince, akşamüstü ne yapılacağı planlanır, acıkan karınları doyurmak için evin yolu tutulurdu. Deniz yorgunluğu ve yakıcı güneş altında yokuşu, merdivenleri çıkmak ağır gelir gözümüzde büyürdü. Konuşarak, şakalaşarak, tartışarak çıkıyorsak yokuşu nasıl çıktığımızı fark etmezdik.

Yemekten sonra yapacak bir şey yoksa, bahçedeki hamakta biraz siesta.

Boğazın bir başka etkinliği de Robert Kolej’in (Boğaziçi Üniversitesi olmadan önce)  her yıl yaz başında düzenlediği yüzme yarışlarıydı O dönemlerde boğazdan geçen gemi sayısı bugünkü kadar olmasa da can güvenliği nedeniyle bu yarışmalar sırasında boğaz trafiği geçişe kapatılırdı. Yüzücüler Kanlıca sahilinden başlar, yarış Rumelihisarı’nda sonlanırdı. Güvenlik ve gerektiğinde yardım için Türk ve Amerikan bayrağı asılı, beyaz boyalı sürat tekneleri takip ederdi. Hakemler Rumelihisarı sahilinde yüzücüleri bekler, finişe varan yüzücüler derecelendirilirdi. Halk sahil şeridinde toplanır yarışmayı izlerdi.

Yarışmalar özel olduğundan biz katılmadık. Aynı rotayı takip ederek boğaz geçişini bizde amatörce ve sandal refakatinde gerçekleştirmiştik.

Takvor Teodorosyan  Kasım/2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder