6 Ağustos 2015 Perşembe

RUMELİHİSARI ANILAR (BALIK / BALIKÇILIK)


Balıkçılıkla ilk ilişkim Kale tarafındaki havuz kenarından yengeç yakalamakla başlar. Manav sandıklarından topladığımız pamuk ip ucuna bağladığımız bükülmüş çiviyi denize sarkıtır, yengecin gelmesini bekler, yengeç geldi mi onu yukarıya çekmeye çalışırdım.

Sonraları amcam Kirkor (Ağparik) zaman zaman beni yanında götürür, sandalın baş ucuna yerleştirir, birlikte dolaştırırdı. Bir bakmışınız baş ucunda uyuya kalmışım.

Eylül ayına doğru balık mevsimi yaklaşınca evde tüm balık oltalarını ve balık takımlarını elden geçirirdik. Ağzı ince deri parçası ile kaplanmış ve civa akışını sağlayabilmek için toplu iğne ile delinmiş içi cıva dolu minik cam şişeyi zokaya doğru kuvvetlice sallar şişeden çıkan cıva parçacıkları zokaya yapışınca yuvarlak cam çubukla cıvayı zokaya yayar, özenle parlatırdık. Karışmış, ek yapılmış oltaları ayıklar, oltanın sarıldığı mantar/tahta bozulmuş ise değiştirir oltayı yeniden düzenli bir şekilde sarardık. Gam oluşmuş oltalar kullanım sırasında kolay karıştığından oltaların gamını evin camdan sarkıtarak alırdık. Evde gamını alamadıklarımızı da sandalda kıç tarafından denize salar bir müddet gittikten sonra tekrar yavaş yavaş sarmaya başlardık. 

Boğazın balık akınları bizlere hareketli ve heyecanlı anlar yaşatırdı. Balık akını olduğu haberi alır almaz evden, akın eden balığa uygun gerekli malzemeler, olta takımlarını alınır, havanın duruma göre üşümemek için sıkıca giyinilirdi. Balığa akşam çıkılıyorsa ipek fitilli gaz yağı ile çalışan pompalı lüks lambası ve yedek fitil alınması ihmal edilmezdi. Aceleyle çarşıya iner, bir yandan sandal hazırlanır bir yandan da balık akını ile ilgili balık nerede, kaç kulaçta, hangi yemi yiyor, hangi iğne, hangi beden misina, hangi zokayı kullanmak gerektiği gibi bilgileri çevreden edinilirdi.

Sandalı kayıkhaneden denize indirmek için en az iki kişi gerekirdi. O an için çevremizde tanıdık birine rastlayamamışsak yoldan geçen birine yardımcı olması için “Şuna bir el atar mısın” ricamızı kimse kırmazdı. Sandalı indirildikten sonra da “Rastgele” diyerek yolcu ederdi.

Doğruca balık akınının olduğu bölgeye gidilir, olan biteni anlamak için etraf gözlenir, gerekiyorsa olta aksamı ve takımı değiştirilirdi. Gerisi kısmete kalırdı. Bazen, yanı başınızdaki sandal, balık çeker, sizin onu seyrettiğiniz olurdu. “kısmetten ziyade olmaz” demekle teselli bulunurdu.

Her seferinde farklı bir macera yaşasam da, işler ters gittiğinde sebebinin ben olduğu söylese de amcamla balığa çıkmak için can atardım. Küçük yaşlarda, sandal temizliği, boya ve küpeşte raspası, evden kayıkhaneye malzeme, alet getir/götür işleri genellikle benimdi. Rumelihisarı’nın o dik yokuşunu bazen kaç kez inip çıktığımı sayamazdım. Bunları yaparken asıl beklenti sandal kadrosuna dahil olabilmek umuduydu. Bu sayede birçok şey öğrendim ve el becerisi edindim. Bir başka görevim de tutulan balıkları eve götür “Sofrayı hazırlasınlar, birazdan geliyorum.” mesajını iletmekti. Yetişkin olduğumda ise onun has yardımcısı olduğum gibi, yazın da sandalın müdavimiydim.

Eylül başında ilk önce küçük, yavan Çingene palamudu ortaya çıkar, daha sonra yağlanmaya başlar, normal büyüklüğe ulaşır sonra da torik akınları şeklinde devam ederdi. Palamut çoğalınca balıkçılar çavalye içinde mahalleleri dolaşır palamut satarlardı. 

Çarşıda bir telaş herkes bir yerlere koşuşturuyor. Palamut akını başlamış. Kıçtan takma motoru sandala bağlayıp aceleyle palamuda çıkıyoruz. Palamut akınına denk gelmek ve olta yönünü ayarlayabilmek için amcam talimat veriyor ben de motoru kullanıyorum. O kıç tarafından saldığı yirmilik palamut çaparisine odaklanmış durumda. Bir süre sahilden açık orta yollu seyrediyoruz. Vaniköy açıklarına geldiğimizde Amcam, heyecanla “vurdu vurdu, vurdu motoru yavaşlat” diye bağırıyor, hemen hız kesiyorum. Oltayı temkinli, boşluk vermeden ve küpeşteye sürtmeden çekmeye çalışıyor. Oltanın ağırlığından parmağını misina kesti, acısına ve kanamasına aldırış etmeden çapariyi çekmeye çalışıyor. Balıklar yüzeye yaklaştıkça karın kısmındaki beyazlıklarını görüyoruz. Çaparideki tüm iğneler dolmuş, iğneden ayırdığımız balığı doğru livara atıyoruz. Keyfimize diyecek yok. Bir süre daha dolaştıktan sonra “Bu bize yeter, nevaleyi aldık nasıl olsa” deyip eve dönüyoruz.

Torik avına çıktığımızda benim görevim kürekte olmaktı. Akıntılar nedeniyle bulunduğun yeri koruyabilmek ve oltanın sandal altında kalmasına engel olabilmek için oldukça fazla efor ve dikkat sarf etmek gerekiyor. Bu işte kürekçilik önemli, ama ben de balık yakalamak istiyorum. Üçüncü kişi yoksa pek şansım olmadığından bir gün Bedros Kanaroğlu'nu da davet ettim. Kısa bir süre sonra Bedros amcamın talimatlarına dayanamaz oldu. Ben yine kürekteyim. O gün babacan bir torikle Rumelihisarı'na döndük. Bizi ilk karşılayan lokantacılar oldu, iyi de fiyat veriyorlardı. Biz ailecek yemeği tercih ettik.

Torik akınını lüfer, çinakop, kofana bazen de Akyazı takip ederdi. Sahilde dolaşırken kıraçaların, istavritlerin, çinakopların birbirini ezer gibi yığın halinde dolaştığını ve can havli ile deniz yüzüne fırladıklarını gördüğümüzde lüferin boğaza girdiğini ve balıkları sıkıştırdığını anlardık. Eline kepçesini alan sahile koşar, sıkışan balık sürüsüne kepçeyi daldırırdı. Kepçe bulamayanlar ise daldırıp nasibini alacak bir kapla sahile akın ederdi. İhtiyaç fazlası balık konu komşuya bedava dağıtılırdı.  

Havaların çok soğuk geçtiği dönemlerde deniz çalkantılı, yeşilimsi türkuaza yakın bir renk alır. Soğuk su akıntılarından vurgun yemiş baygın balıklar (kulağına kar suyu kaçmış) su yüzünde yüzerdi. Herkes eline geçirdiği kepçe, teneke, kova hiç bir şey bulamamışsa tahta sandık ya da elle toplarlardı.

Lüfer zokayı yuttu mu kurtulmak için sağa sola doğru hareketlenir. Oltayı bir o tarafa bir bu taraf çeker. Boşluk vermeden seri bir şekilde çekmek gerekir. Kaşıktan ya da zokadan kolay kurtulamaması için hırsız iğne kullanmamıza rağmen kaçtığı da olur. Lüfer yem seçer, bazen istavrit bazen izmarit, bazen de zargana yer. Bu yetmiyormuş gibi bayat ya da taze olmasına da baktığı olur. Bu nedenle gündüz yem tutma telaşında olurduk. Yem tutamazsak yüksek fiyatla taze yem almak zorunda kalırdık. Lüferi sahilden tutacaksak sarayın önüne, Ali’nin çay bahçesi karşısına ya da Aşiyan fenerinin bulunduğu akıntı burnuna giderdik. Sandalın rahatlığı sahilde yok tabii. Sahil kalabalık, oltalar birbirine karışır, olta takılır, misinalar rüzgardan birbirine girer.

Bebek koyunda lüfer akını olduğu haberini aldık. Varujan Asadur’la sandalı indirdik Bebek koyundaki sandal kalabalığına karıştık. Bizde uygun bir yerde durup oltalarımızı denize saldık. Bekle bekle bir hareket yok. Diğer sandallar da pek balık çekmiyor. Durumu etrafımızdakilere soruyoruz “Biraz önce çok iyi yiyordu, şimdi kesti. Taze yeme geliyor” diyorlar. Bizim de taze yemimiz yok. Zor bela rica minnet çevreden edindiğimiz birkaç yemi kullanıyoruz. İdareli kullanabilmek adına balığı ikiye bölüp iğneye taktığımızdan oltayı birkaç kez salladık mı yem parçalanıyor. Hemen yanı başımızdaki sandal lüfer ya da çinakop çekiyor biz bir türlü yakalayamıyoruz. Sonuçta, balık yakalayamadan dönmek zorunda kaldık.

Yazın en eğlenceli uğraşlarımızdan biri izmarit balığı yakalamak. Neden zevkli diye soruyorsan? Tüm dikkatini balık vurdu vurmadı ya yoğunlaştırır, her şeyi unutursun. Zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız.

Arkadaş bulabiliyorsak sabahtan sandalla denize açılır, akşamüstü geri dönerdik. Balığa çıkmadan önce sahil duvarından topladığımız küçük midye içlerini tahta parçası üzerine serdiğimiz beze yayar kurumaya bırakırdık. Kuru yemi iğneden koparması kolay olmuyor, yem de çabuk dağılmıyor. Hazırlık yapacak zaman yoksa sorun değil her yerden midye bulmak kolay. Bazen de oltaya rastgele gelen Çurçurya diye tanımladığımız minik kaya balığını da yem olarak kullandığımız olurdu. Çurçurya gelen yerde pek izmarit de olmazdı. Tragonya görünüşü güzel, ama vurdu mu tehlikeli, derisinin renkleri çok güzel yanar döner ve parlak, kafadan kuyruğa doğru incelen zarif vücudun iki yanında yine cazip renklerde yelpaze gibi açılan yüzgeçleri var. Yakalandığında dikkatlice bir sopa yada bıçak yardımıyla iğneden ayırır denize atardık.  

İzmarit balığını daha çok Rumelihisarı yalıları önünde, Baltalimanı demir deposunun önü, kanlıca koyuna yakın yerlerde, Vaniköy açıklarında ve Bebek koyunda tutardık. Balık bahane, deniz ve sandal sefası şahane.

Deniz, temiz hava bizi acıktırdı. Kanlıca vapur iskelesi yanına yanaştık, duvarda bulduğumuz bir deliğe ya da demir bağlama halkalarına sapladığımız bir yanaşma sopasına sandalı bağlıyoruz. Birimiz sandalda nöbetçi diğerimiz bakkaldan ekmek, peynir, domates ve içeceklerimizi alıyor, istiyorsak meşhur pudra şekerli Kanlıca yoğurdu da alıp yola koyuluyoruz.

Hava bulutlu, deniz sakin Varujan Asadur’ la izmarite gitmeye karar verdik. Hazırlıklarımızı yapıp Çapa ve Şevket Dağ yalısını geçip zorlu etap Sarayın önündeki akıntıya vardık. Akıntıyı ve anaforu bilmeyenin bu burnu geçmesi kolay olmaz. Akıntının açığa ve geriye atmaması için sandalın baş tarafını mümkün olduğunca kıyıya yakın ve sol küreğe kuvvetlice asılarak geçmeye çalışıyoruz. Akıntının bize geçit vermediği zamanlar birimiz sahile çıkar, başucuna bağladığımız iple sahilden sandalı çeker, sandaldaki de kıyıya çarpmaması için gereken gayreti gösterirdi. Akıntıyı geçtikten sonra bir süre daha Baltalimanı istikametinde yalılara yakın seyreder sonra rotayı Kanlıca koyuna çevirirdik. Kanlıca koyu açıklarında iri izmaritler yakalıyoruz. Yağmur atıştırıyor, keyfimiz yerinde çok aldırmıyoruz. Yağmurun gitgide hızlandığını görünce Varujan yalıların denize doğru olan cumbaları altına ya da yalıların içine doğru giren kayıkhanelerden birine sığınmamızı önerdi, öğle de yaptık. Bir yandan balık tutuyoruz bir yandan da yağmurun zevkine varıyoruz. Bu da farklı bir deneyimdi.

Nışan Gedik’ le de birçok balık maceramız vardır. O da babası da iyi avcıydı. İyi avcı diyorum çünkü onlar hem karada hem de denizde avlanıyorlardı. Kanlıca koyundan kendimizi akıntıya bırakmış balık yakalayarak Anadoluhisarı’na doğru kayıyoruz. Yemeğimizi Göksu deresinde yiyeceğiz. Göksu deresindeki halat fabrikasının iş başı düdüğü sabahları altı buçukta çalar Rumelihisarı’dan duyardık. Göksu deresinin bu fabrikayı geçtikten sonra belli bir noktaya kadar motorla, daha sonrasını ise sığ olduğu için kıçtan takma motoru yukarı kaldırıp kürekle gitmemiz gerekiyor. Kürek çekerken bir yandan sandalın dibe oturmamasına dikkat eder bir yandan da derenin derinliğini küreği daldırarak kontrol ederdim. Derenin iki tarafında yer alan sazlıkların hışırtısı ve ağaçların dereye davetkar eğilişi hoş bir görüntü verir. Sessiz olunduğunda derenin sakinliğini hisseder, sandalın yeşilimsi dere suyunda giderken çıkardığı suyu yarma sesini dinler ve teknenin durgun suda süzülüşünü seyrederdik. Bir yandan kurbağalar vıraklar,  korkanlar da kendini suya atardı. Dere sonundaki yüksek çınar ağaçlarının bulunduğu piknik alanına vardık. Hafta içi olduğundan etraf sakindi. Sandalı iskeleye bağlayıp, ağaçların altında gölge bir yere yerleşiyoruz. Taşlardan, ateş yakacağımız bir ocak oluşturduk. Etraftan çalı çırpı ve çıkardığımız midyeleri üzerinde pişirebileceğimiz teneke tedarik ettik. Midyeleri teneke üzerinde, balıkları da ağaç dalından yaptığımız şişe geçirip pişirdik. Keyfimize diyecek yok doğrusu.

Arman Mazman’la ilk kez izmarite çıkıyoruz. Küçüksü ve Vaniköy açıklarında izmarit yakalıyoruz. Çok iyi balık var. Yaklaşık bir büyük yağ tenekesi balık tuttuk. Balık tuttukça tutmaktan vazgeçemiyoruz. Bir balık vurdu mu hemen çekmeyip, çeker gibi yapıyoruz. Arkasından diğer iğnelerin de dolduğunu hissediyoruz. O gün kolay ve bol balık yakaladığımız ender günlerdendi.

Midyenin her türlü yemeğini severim. Zeytinyağlı dolması, kimilerinin kabuklarıyla, kimilerinin ise sadece midye içi ile yaptığı salma, havuç sarımsak ve bulunabilirse kereviz sapı ile yapılan midye pilaki, midye tava her biri ayrı bir lezzet.

Dolmalık midye için derine dalar dipten çıkarırdım. Günlük ihtiyaçlar için ise fazla dalmadan el yordamı ile sahil duvarından toplamayı tercih ederdim. Midyenin içini açtığım zaman mis gibi deniz kokardı.   

Ateş ve teneke bulduğunuz her yerde uygulayabileceğiniz, saç üzerinde midye yapmanın keyfini birçok kişi tatmıştır. Bu uygulamada hoşa giden midye yemekten çok işin salaşlığı sanırım. Teneke üzerinde pişen midyelerin ağzı açılır, içinden akan deniz suyu cıslayarak buharlaşır gider. Kabuğu içinde toplanan midyeyi afiyetle yerdik.

Deniz banyosu dönüşü, babamın çok sevdiği midye haşlama yapmak için biraz midye çıkarır eve getirirdim. Midye içlerini hafif ateşte biraz tuz atar, suda haşlardık. Midyeler pişip top gibi olunca ocaktan indirir, sıcak sıcak üzerine biraz zeytinyağı, bir tutam kıyılmış maydanoz biraz limon ilave ederek karıştırır bir kendine gelmesini bekledikten sonra içine ekmek batırarak yemeğe bayılırdık. Babam da zevklenir “Eee… Takvor’ik bana gençliğimi hatırlattın” der keyiflenirdi.

Toriğin bol olduğu dönem Lakerda yapar, ilk olarak yılbaşı sofrasına çıkarır, son partisinin de paskalya bayramına kalmasına özen gösterirdik.

Geçişi kısa sürse de uskumru balığı da Boğaziçi'nde tutulan balıklardandı. Bol çıktığı dönemlerde çiroz yapılırdı. Kurtlanmaması için kafalarını elle ezer, balıkları iyice tuzlar ve ikişer ikişer kuyruklarından ipe dizer, sonra da bahçede iki ağaç dalı arasında çamaşır gibi asar kurumaya bırakırdık. Bahçesi olmayan da balkona ya da penceresinin altına gerdanlık gibi asardı. Ta ki tahta gibi kuruyana kadar akşam toplar sabah tekrar asardık. Satmak için çiroz yapan komşumuz sabah erken kalktı bahçeyi belledi, sonra çiroz dizilerini bellediği toprağın üzerine özenle serdi. Biz de pencereden onu seyrediyoruz, ama yaptığına pek bir anlam veremedik. Sonradan öğrendik ki çirozları kurtlanmış, torağa serince kurtlar doğrudan toprağa geçiyor, çirozlar da kurt arınıyormuş.

Salamura da sofralarımızın vazgeçilmezidir. Boğaz çocuğu olarak bizim sularımızda yakalanan balıklardan daha çok izmarit ve çinakop'tan yapar tenekeye basardım. Sonraları hamsi, sardalye ya da "Quick lakerda" dediğimiz ince dilimlenmiş torik ya da palamut balığını hafif tuzlayıp buz dolabında bir süre bekletmekle yapılanlar moda oldu.

Takvor Teodorosyan Kasım/2013

1 yorum:

  1. Takvor Bey,
    Benim de çocukluğum yazları Büyükçekmece'de, kışları Kumkapı'da eniştemin Seagull motorlu kayığıyla amatör olta ve ağ balıkçılığıyla geçti. Şimdi de 12 senedir Anadoluhisarı'nda oturuyorum. Umarım bir gün beraber balığa çıkarız..

    YanıtlaSil