24 Eylül 2013 Salı

PEPEE

İnci henüz üç yaşını doldurmadı. Doğumundan bu yana anlatılanlardan, fotoğraflardan tanıyorum onu. Hep aklımda ona hediye almak var. Bir türlü denk gelip, alamamıştım bugüne kadar. Ofise gelen seyyar satıcının elinde bir kız bir de erkek bebek var. Erkek bebek dikkatimi çekti. Elbisesi gök kuşağı renklerinde cezp ediciydi. İnciyi hatırladım hemen. Ama kız çocuğuna erkek bebek alınır mı? Kız olsa daha iyi olmaz mıydı? Duygularımla, öğretilenler ve alışkanlıklar çarpıştı zihnimde, bir an durakladım, almakla almamak arasındayım. Kız bebeğin kıyafeti güzel değil, üstelik erkek bebek kız çocuğun daha da hoşuna gidebilir. Duygularım ilk beğendiğim erkek bebekten yana. Onu aldım, İnci’ye ulaştırması için halasına verdim.

Aradan günler geçti, hiç beklemediğim bir an İnci halasıyla bizi ziyarete geldi. Onunla ilk tanışmamız, ilk intiba ve iyi bir iletişim kurmak önemli, dizlerimi kırıp çömeldim, İnci ile göz göze geldik. Tanıştık, hoş geldin yaptık. Hala, aldığım hediyeyi ofisteki dolabında sakladığını, hediyeyi benim vermemi söyleyerek, ince düşüncesini ortaya koymuştu. Hediyesini İnci’ye uzattım. Yüzünde sevinç tebessümü beliriverdi. Gözleri açıldı. Bebeğe dokunmak, onunla oynamak arzusuyla oturduğu yerde hareketlendi. Hediyeyi almak için atak yaptı, sonra durakladı, geri çekildi. Bir utanma hareketiyle halaya baktı, onun desteğine ihtiyacı olduğu belliydi. Hala’nın onayıyla sevinç içinde ve heyecanla bebeği aldı.  Bebeğin kolundaki düğmeye birlikte bastık, bebek yürümeye ve sesler çıkarmaya başlayınca çok mutlu olmuştu. Onun sevincini ve mutluluğunu görmek, onunla bu sevinci paylaşmak inanılmaz bir duygu. Hissettiğim duygunun hiçbir şekilde karşılığı yok, ancak yaşanabilir.

Hala söze girdi, İnci’nin en sevdiği çizgi film Pepee’dir. Onu ilgiyle izler. 

Ben bir hediye alma düşüncesiyle niyetimi ortaya koydum. İnci'nin neden hoşlandığını, aldığım bebeğin Pepee olduğunu bilmiyordum. Bu kadar bilinmez bir araya gelmiş ve her birimizi mutlu etmişti. Bu bir tesadüf mü? Bir tür iletişim mi?

10 Haziran 2013 Pazartesi

KÖLELİK

Tek amacımız seçilmektir. Düşünmeyiz kariyer, para uğruna özgürlüğü, ben’in saygınlığını vereceğimizi, nasıl bir düzen içinde sömürüleceğimizi, şirket için, ürettiği bir ürünün malzemesi olacağımızı. Verilen unvan, görev tanımı ve sorumluluk olur şirket kimliğin. Oryantasyonla hangi maskelerle hangi rolü oynayacağın öğretilir. Üstüne aidiyet enjekte edilir. Unvan, sorumluluk, oryantasyon, aidiyet az şey değildir başlangıç motivasyonu için.

Başlar, kendini kabul ettirme serüvenin. Didinir çalışırsın, olmadı derler. Sesini çıkaramazsın, bağımlı olduğun için. Hırsını, itirazını gömersin içine. Başlamıştır köleliğin baş kaldırması, huzursuzluğu. İçin burulur, masaya elini vurmak istersin. Aileni, parayı düşünürsün, vuramazsın. Anlarsın o zaman nasıl bir kıskaca girdiğini. Kendine yediremezsin yenilgiyi, hemen pes etmek olmaz, der devam edersin umutla serüvene.

Başkalarına bağımlı olduğundan, tek başına karar alamazsın. Yaratıcı fikirleri sen düşlersin alır payeyi yöneticin. Başarılar devam ettikçe maaş artışları, kariyer terfileri ve şirketteki sürekliliğin devam eder. Yıllar geçtikçe ben’ini ve rol yaptığını unutur, şirket hissedarlarından sanırsın kendini. Şirket ismi ve şirket kimliği dik yürümene, kendine güvenmeye neden olur. İlişkilerin, deneyimlerinle çok şeyi başarabileceğini, birçok kapıyı açabileceğini sanırsın.

Ta ki sana ihtiyacımız kalmadı denene kadar. Fark edemezsin şirket tabelası arkasında saklandığını. Bir anda tabela kalkar, sahne bozulur. Ne oynayacağını, kime oynayacağını şaşırmış durumda, ilk aklına gelen senelerdir dirsek dirseğe çalıştığınız mesai arkadaşların olur. Güç almak, ayakta kalmak için el uzatırsın. Kimi el uzatmaya çekinir, kimi sırtını döner görmezden gelir, görürsün kiminin alaycı gülüşünü, görürsün kiminin senden boşalacak yere geçeceğine olan sevincini, kimi el uzatmak için yöneticisinin onayını bekler. Nerede benim emek verdiklerim, yetiştirdiklerim. Hiç mi benden bir şey taşımıyorlar diye düşünürsün. Sahte kimlikler, sahte ilişkiler esas tiyatro budur bence.

İçin burulur, acı çekersin. Köle olmanın gerçeği ile yüzleşmişsindir. Tek çare, kendi özüne dönüp kaybettiğin özgürlüğü bulmak olur.

Takvor Teodorosyan / 24 Nisan 2013

29 Mayıs 2013 Çarşamba

FARKINDALIK

Eski mahalleler, eski evler ve tarihi yerler gördüğümde durur bakarım, düşlerim yaşanmışlıklarını. Kapı, pencere, balkon, cumba, sütunlar ele verir yaşayanların izlerini, kültürlerini. Kapı tokmağındaki, zildeki aşınmalar yaşamın devamını, pencere önündeki çiçekler, perde şimdi yaşamın kimliğini ele verir.  Gördüklerim ve hissettiklerimle kapı tokmağını çalar, ahşap kapıdan girer, loş taşlığın serinliğini yüzümde hissederim, sonra eşyaların eskiliği kokar burnuma, gacırdayan ahşap merdivenleri çıkarım usulca, göz atarım etrafa, bazen hissederim yalnızlığı ve terk edilmişliği düşümde ve duygularımda.  Ben istesem de istemesem de bedenime kaydedilmiştir gördüklerim ve duygularım. Bu yetmez, biriktirdiklerimi hissettiklerimi birilerine anlatmak, paylaşmak isterim. Basarım deklanşöre. Başkalarıyla paylaşmak İsterim ki o kültürler kaderiyle baş başa kalıp yok olup gitmesin.  Buna en güzel örnek üstat Ara Güler’in fotoğrafları ve farkındalığıyla Aphrodisias kalıntılarının keşfidir.

Çektiğim fotoğrafları paylaştığımda “A… Ben hep oradan geçerim hiç fark etmemişim” şaşkınlığı ve yüz ifadesi ile karşılaştığım olur. Buna çok da şaşırmamak gerekir. Emlakçı afişleri, baltacı ormanı, cinselliği arayan hoşlandığı erkeği-kızı gözler. Kişinin algıları ne yönde açıksa onu görür. Aslında, fotoğraf çekerken yaptığımız şey bütünden kopardığımız parçaya, estetik görüş ve derinlik (ışıkla) katarak iki boyutlu bir yüzeye kaydetmektir.  Bu sayede bütün içinde kaybolan ya da fark edemediğimiz ayrıntıyı öne çıkarmış oluruz. Öne çıkardıklarımızın farkındalığı, bizi farklı düşlere farklı sonuçlara götürür.

Fotoğraf çekmek, düşüncenin ve birikimin ürünüdür. Paylaşılmasından mutluluk duyulur. Özgürlüktür.

Takvor Teodorosyan Mayıs/2013

25 Nisan 2013 Perşembe

HAKİ ELDİVEN

Bizi acemi birliğinden alan kara tren sert bir fren yaptı. Sarsıntı ve sürtünmenin çıkardığı demir sesleriyle Aşkale istasyonunda durduk. Hava çok soğuk, her yer karla kaplı. İntikal edeceğimiz usta birliğine uzaktan bakıyorum. Binalar, bacasından simsiyah duman çıkan sosyal tesisler onun yanına sıralanmış kademe (araç bakım ve depoyu barındıran baraka) binaları. Nizamiye nöbetçisi dışında etrafta kimseler yok. Bir an toplama kampı gibi bir yere geldiğimiz hissine kapıldım.

İlgili bölümlere dağıtılmayı bekliyoruz. Deli Petro diye bir üsteğmenden bahsediliyor. Çok disiplinli, titiz ve en ufak bir hata gördü mü affetmez falakadan geçirir cinsinden. Hiç şaşırmadım. Ben o bölükteyim. Askerlik nasıl bitecek diye düşünmeden edememiştim. Zor da geçti doğrusu.

İstirahat saatinde yemekhanedeyiz. Tek lüksümüz yamuk yumuk bir demlikte çay demletip arkadaşlarla içmek. Herkes hayatından bir kareyi anlatıyor, özlemle. Yazıcının sesi duyuldu, posta. Bana çok seyrek mektup gelirdi. Bir ümit, hepimiz kulak kesildik. Acaba, ismimiz okunur mu diye. Bu sefer bana da minik bir paket vardı. Heyecanla, ellerim titreyerek açtım. Ailemden geliyordu. Bir mektup, bir çift has yünden örülmüş haki eldiven. Mektupta kendilerini anlatıyorlar, beni soruyorlardı. Okurken duygulandım, gözlerim doldu hasretten, zor geçirdiğim günlerden. Ailemin sıcaklığını hissedebilmek istedim, elimi eldivene soktum. Bir şey takıldı parmağıma. Baktım makasla kesilmiş beyaz bir kâğıt parçası, annemin el yazısıyla “Sevgili oğlum, bu eldivenleri sana olan sevgim ve hasretim ördü.”     

Takvor Teodorosyan / 25 Nisan 2013

23 Nisan 2013 Salı

HAYAT PENCEREMİZ

Odada kızımla beraberiz o, hareketli yola bakan pencere önüne oturmayı seçti. Ben de arka bahçeye bakan pencerenin önüne oturdum. Birbirimize sırtımız dönük. Her ikimizde pencereden kendi hayatlarımızı seyrediyoruz. Kızım, kendi hayatını seyrederken gördüğü bir parçayı attı ortaya. Ben kendi penceremden hayata bakıp ona cevap veriyorum. O da kendi penceresinden hayata bakıp bana cevap veriyor. Bir süre tartışıyoruz. İş kızıştı nerdeyse birbirimize gireceğiz. Baktık anlaşamıyoruz. Yüz yüze tartışıp bir karara varalım dedik. Yüz yüze baktığımızda, ben onun penceresinden onun hayatını gördüm. O da benim penceremden benim hayatımı gördü. Birbirimize sarıldık. 

Takvor Teodorosyan / 23 Nisan 2013

27 Mart 2013 Çarşamba

HAYATA TUTUNMAK

Genellikle ailenin tercihleri, çevremizdekilerin etkileri ya da bulunduğumuz andaki şartlar belirler hayata tutunma başlangıcımızı. En öncelikli hedefim popülerliği olan bir meslek sahibi olmaktı. Herkes tarafından beğenilmek, takdir edilmek istiyordum. Bu isteğin oluşmasındaki ana neden çocukluğumdaki aile içi kavgalar, başkalarının çocuklarıyla yapılan kıyaslamalar ve vasat bir öğrenci olmam nedeniyle yakın çevremin bana güvensizliğiydi.

Üniversite sınavlarını kazanamamıştım. Şimdi ne olacak, ne yapabilirim. Yakın çevremden yeterli destek alamamış, deneyimlerim ve yaratıcılığım yetersiz kalmıştı. Zihnim, beni eleştirenlerin sözlerini tekrar eden bir teyp gibi eleştirileri tekrar edip duruyordu. Çareyi, kendime yakın gördüğüm kişilerle görüşüp bir yol bulmakta aradım. Baktım ki, benim ne düşündüğüm, hayallerimin ne olduğu kimsenin umurunda değil. Onlar için önemli olan tek şey var. Bir işe girip çalışıyor olmak.

Henüz bir yol belirleyememenin moral bozukluğu içindeyim. Karşılaştığım kişilerin beni sorgulamalarından, durumumu onlarla paylaşmaktan hoşnut değilim. İtilmişliğe değil, sevgiye ihtiyacım vardı. Genel olarak çevremde uyumlu ve sevilen biri olmama rağmen “İyi İnsan” olmaya karar verdim. İçgüdülerim “İyi İnsan” nasıl olunuru öğretecekti bana. Yaşlılara yardımcı oldum, odunlarını taşıdım. Komşularımızın alışverişlerini yaptım. Etraftan aldığım olumlu tepkiler ve duyumlar, kendimle kaldığım zamanlarda uğraştığım bahçe işlerleri, resim çalışmaları moral yönünden iyi gelmişti.

Ben etrafımın değerlendirmesiyle eksiktim ya, iş bulmak uğruna hep işverenlerin kurallarını kabul etmek, onların vaatlerine kanmak zorunda kaldım. Bir başka öğreti de hele bir işe gir kendini göster zamanla yükselirsin. Bir süre harçlığımı çıkartmak için çeşitli işlerde çalıştım. Takdir edilmek bedel ödemeyi de getirdiğinden öğretide söylendiği gibi işlemiyordu gerçek hayat. İşverenler çoğu zaman beni düşünmeden, beni kullanmayı tercih ediyorlardı. Üzerime bir şeyler eklemeden, sadece verilen direktifler doğrultusunda çalıştırılmak, deneyimsizliğin hatalarıyla cezalandırılmak mutsuz etti beni. İçgüdülerim yaptıklarımın bana uygun olmadığını söylercesine içimi buruyordu.  

Sabahın erken saatleri, işe gitmek için sahilde otobüs bekliyorum. Hayatta boğulma endişesiyle gözlerim dalmış denizin boşluğuna. Durağa gelen arkadaşım seslendi. Hayrola, bir sıkıntın mı var? O bir sordu ben bin anlattım. Cevap gecikmedi. İlan görmüş, bir bilgisayar firmasının programcılık kursları olduğundan bahsetti. Ben de daha önce bir Amerikan mecmuasında mektupla bilgisayar programcılık kursları olduğunu görmüş, heveslenmiştim. Ama hem para hem de İngilizce gerektiğinden hevesim kursağımda kalmıştı. Sanki yarım kalmış bir şey tamamlanmıştı aniden. En kısa zamanda konuyla ilgilendim. Gündüz çalışıyor, akşam kursa gidiyorum. Kursu başarıyla bitirdim.

Bir yerden başlamak gerektiğini düşündüğümden gazete ilanı ile bir üniversitenin bilgi işlem merkezinde bilgisayar operatörü olarak mesleğe ilk adımı attım. O dönemde az bulunan ve oldukça popülerliği olan elektronik beyin (bilgisayar) yazılım uzmanlığı sosyal yapı içinde itibarı yüksek ve iyi gelir sağlanabilen bir meslekti. Çalışmam ve azmim birilerinin dikkatini çekmiş. Bilgi teknolojileri ile ilgili bir ortamda bulunmak bir süre sonra bana farklı kapıları açmıştı. Büyük bir kuruluştan teklif aldım. Bilgisayar operatörü olarak başladığım bu kuruluşta yazılım uzmanlığımı geliştirme fırsatı buldum. Sonrasında çeşitli aşamalardan geçerek üst kademelere kadar yükseldim. Bu kuruluşta severek ve yaratarak uzun yıllar çalıştım. Birçok kişi yetiştirdim. Birçok kuruluşa çözüm oldum. Hedefime ulaşmaktan, bildiklerimi başkalarıyla paylaşmaktan mutluydum. Bu haz, zorlu bir yolculuğun sağladığı öz güven ve tatmindi.

Takvor Teodorosyan / Mart 2013