30 Ağustos 2018 Perşembe

KARA TURP


Dağların eteklerine kurulmuş, bahçeler içinde birkaç bağdadi evden oluşan küçük, şirin mi şirin bir köy. Saçakları birbirine yanaşmış damlar arasından süzülen güneş, daracık Arnavut kaldırımlı yoldaki taşlarının kusursuz dizilişini ve estetiğini sergiliyor, gözler önüne. Yolun ortasından düz bir çizgi çizilmişçesine, ortadan kenarlara doğru iki yanda geniş alınlı kaya taşları gittikçe küçülerek evlerin kapı eşiklerine ulaşıyor. Hünerli zanaatkârların elinden çıkmış dövme demirden, pirinçten yapılmış farklı motif ve işçilikteki tutacaklar, tokmaklar ve anahtar delikleri kapılara süs olmuş. Pencerelerin kenarları ıtırlar,  sardunyalar, fesleğenler ile renklendirilmiş. Bahçe duvarlarını saran hanımeliler ve yaseminler kokularını salmış mahalleye. Esen rüzgarın dışarı doğru savurduğu dantel oyalı sakız beyazı perdeler temizliği, saflığı anımsatıyor. Pencerede, perde arkasında kendini gizleyen meraklı gözler, kapı eşiğine ilişmiş yün ören bir nine, uzaktan bize yaklaşan bastonlu ihtiyar, sokakta oynayan çocuklar, haylayan köpekler, öten kümes hayvanları daha göremediğimiz niceleri bu mahallenin sakinleri.

Gün ışığı bastonlu adamın arkasından vuruyor, yüzünü seçemiyorum. Birbirimize yaklaştıkça daha önceki ziyaretimde tanıştığım ve ilgi gösterip beni evine konuk eden ihtiyar olduğunu fark ediyorum. Selamlaştık, geçen sohbetimizden hemen hatırladı beni, hoş gelmişsin dedi, tokalaştık. Onu görmekten mutlu oldum. Ayaküstü hal hatır sorduk birbirimize. İhtiyar, Anadolu misafirperverliği ile tüm bahane uydurmalarıma ve direnişlerime rağmen hiç olmazsa bir çay içmek üzere evine davet etti. Daha önceki tanışıklığımız, sohbetimizin hatırı ve içten, samimi daveti geri çeviremedim.

İhtiyar bahçe kapısını açıp buyur ederken, eşine de ses etti. Çoban köpeği, gür ve kalın sesiyle ben buradayım dercesine hırlamaya, havlamaya başladı. İhtiyarın işaretiyle kuyruğunu salladı, ilgisini bizden kesmeden, kulaklarını dikti arka ayakları üstüne oturdu kulübesinin önünde. Seslerimizi duyan evin hanımı telaşla kapıyı açtı, buyur etti. Evden içeri girdiğimde ilk hissettiğim şey sabun ve temizlik kokusuydu. Loş bir koridordan genişçe bir odaya geçip sedirdeki yerimi aldım. Odanın ortasında saç odun sobası. Güneş var ama hava serin. İhtiyar, üşünmemesi için odun attı, harladı sobayı. İhtiyarın eşi çay demlemek üzere mutfağa gitti. Hazırlıklarını yürütürken arada bir de bize eşlik edip konuşmalarımıza katılıyordu.

Burnuma gelen, çoktandır unuttuğum odun kokusu beni çocukluğuma, odun yaktığımız günlere götürdü. Anımsadım eski günlerimi, çocukluğumu; Dağdan topladığım çam kozalaklarını yanan sobanın içine atar, kozalakların yanarken çıkardığı sesleri dinlemekten hoşlanırdım. Yanışlarında bir kargaşa, bir heyecan vardı. Sanki içinde biriktirdiklerini açığa çıkartırcasına çatırdayarak yanar, kabına sığmayanları da sobanın dışına attıkları olurdu. Kozalakların patlaya çatlaya harlı yanışını fark eden babam baca tutuşacak telaşındaydı. Ona bir hoşluk olması, odanın güzel kokması için soba üzerine koyduğum portakal kabuklardan birini alıp babamın yüzüne yapıştırdım. Hiç gecikmeden paparayı yemiştim. Yüzü yanmış, canı acımıştı. Sonucun böyle olacağını düşünmemiştim tabii ki. Çok üzülmüş ve utanmıştım yaptığımdan. Duygu yüklü anılar hiç unutulmuyor. Bazen bir koku, bazen bir eşya, bazen bir olay albümdeki bir fotoğraf, zihnimizin derinliklerindeki yaşanmışlıkları, duyguları canlandırıyor sanal gerçeklikte, geçmişteki anıyı yaşıyor insan.

Evin hanımı, porselen demlikle çaydanlığı sobanın üzerine oturttu. Tekrar mutfağa döndü. El çabukluğu ile yaptığı ketelerle (TDK: Yağlı, mayalı veya mayasız hamurdan yapılan çörek) döndü yanımıza.

Sohbet çok güzel, ikramlar nefisti. Vakit geç oldu, yolcu yolunda gerek deyip, izin istedim, vedalaştık. Hanımı, bahçesinden topladığı birkaç karaturpu kâğıda sarıp “Beyim, evinize iyilik, sağlık götürün” diyerek, elime tutuşturdu. 
-Turpları siz mi yetiştiriyorsunuz?
-Evet; Bostanımızda karaturp yetiştirmek bir aile geleneğidir.
-Merak ettim, ihtiyara sordum; bu karaturp yetiştirme sevdanız nereden geliyor? Neden karaturp?

İhtiyar başladı anlatmaya; Bu evin sahibi büyük dedemizin uzun boylu, beline kadar gür, dalgalı, koyu kestane saçları olan temiz pürüzsüz tenli, güleç yüzlü, güzel mi güzel bir kızı varmış. Kızın yüzü gibi huyu da güzel, gönlü zengin, kalbi de sevgiyle doluymuş. Herkes tarafından çok sevilir, el üstünde tutulur, yardımseverliği ve yaptığı iyilikler her yerde konuşulur olurmuş. Babasından çekinir saygı eder, çekincesinde başını öne eğer, yanakları al al olurmuş.  Ama kendi yaşıtları içinde şen şakrakmış.

Günlerden bir gün babası, eve vardığında, kızının ana rahminde gibi dizlerini karnına çekmiş kıvranır olduğunu görmüş.
-“Ne o kız, neyin var sevdalandın mı yoksa?” diye seslenmiş, şakalaşmış onunla.
-Hanımı;  “Ses etme bey, kızın çok sancısı var”  
-Nane, limon kaynatın mı?
-Bey, her şeyi denedim. Çare olmuyor. Ebe kadına da haber saldım geldi. Ne olduğunu anlayamadı. Bir hekime göstermemizi salık verdi.

Gün dönmüş hekime gitmişler. Hekim muayene etmiş ne olduğunu o da konduramamış. O zamanlar röntgenmiş, filimmiş yok tabii. Çaresiz eve gelmişler. Çevre köylerden şifalı sular mı içirtmemişler, şifacılara mı gitmemişler, dualar mı etmemişler anlayacağın ellerinden gelen her şeyi denemişler. Gün geçtikçe kızın ağrıları artmış, gözlerinin önünde eriyip gidiyormuş. Sonunda göçmüş, gitmiş bu dünyadan. Bütün köy, günlerce ağlamış yas tutmuş.

Doktorlardan ricada bulunmuşlar, ona bu ızdırap veren neymiş diye, yarmışlar karnını, nasıl olmuşsa olmuş bir tırnak parçası batmış midesine, zamanla büyümüş, delmiş midesini. Babası, kızın midesinden çıkartılan tırnağı kızının nişanı olsun diye çakısına sap yaptırmış. Defnetmişler köy çıkışındaki mezarlığa.

Uzun zaman geçmiş bir gün hanımı sofrayı kurmuş, yemek yiyorlarmış. Kızın babası çakısını çıkarmış, sofrada duran siyah turptan bir parça kesip yemiş. Yemek yenmiş, baba odaya çekilmiş, hanımı da sofrayı toplamaya koyulmuş. Birden bir çığlık kopmuş evin içinde, yer yerinden oynamış. Hanımı, “Çare karaturpmuş” bey, “karaturp”, “karaturp” diye dövünüp duruyormuş. Baba, gitmiş bakmış ki ne görsün, karaturpun yanına bıraktığı çakının tırnaktan yapılmış sapını eritmiş karaturp. Kızımın hayatını kurtaracak olan şey karaturpmuş meğer.

O gün bu gündür, bu evin bostanında sadece insanlara şifa olsun diye karaturp eker dururuz.

Bu olaydan sonra öğrendik ki turpun tarihçesi oldukça eskilere dayanırmış. Turp ilk olarak Çin'de yetiştirilmiş. Daha sonraları Antik Yunan ve Romalılar tarafından keşfedilmiş ve yetiştirilmeye başlamış. 18. Yüzyıldan sonra da Avrupa’da tüketilir olmuş.  Karnak tapınağında turpu sembolize eden hiyerogliflerden Mısır'da firavunlar zamanında karaturpun yetiştirildiği biliniyor. Tüm turplar hemen hemen ayni özelliklere sahip olmasına rağmen doğu bitkicileri tarafından karaturp medikal alanda en çok tercih edilen türdür. 

İnsan için gerekli olan her şey kendisinin de parçası olduğu doğada mevcut. Doğada her şey yaratılmış, olması gerektiği gibi.

Şubat/2016

Turp Tarihçesi konusunda yararlanılan kaynak;


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder