Dağların eteklerine kurulmuş, bahçeler
içinde birkaç bağdadi evden oluşan küçük, şirin mi şirin bir köy. Saçakları
birbirine yanaşmış damlar arasından süzülen güneş, daracık Arnavut kaldırımlı
yoldaki taşlarının kusursuz dizilişini ve estetiğini sergiliyor, gözler önüne.
Yolun ortasından düz bir çizgi çizilmişçesine, ortadan kenarlara doğru iki yanda
geniş alınlı kaya taşları gittikçe küçülerek evlerin kapı eşiklerine ulaşıyor. Hünerli
zanaatkârların elinden çıkmış dövme demirden, pirinçten yapılmış farklı motif
ve işçilikteki tutacaklar, tokmaklar ve anahtar delikleri kapılara süs olmuş. Pencerelerin
kenarları ıtırlar, sardunyalar,
fesleğenler ile renklendirilmiş. Bahçe duvarlarını saran hanımeliler ve yaseminler
kokularını salmış mahalleye. Esen rüzgarın dışarı doğru savurduğu dantel oyalı
sakız beyazı perdeler temizliği, saflığı anımsatıyor. Pencerede, perde
arkasında kendini gizleyen meraklı gözler, kapı eşiğine ilişmiş yün ören bir
nine, uzaktan bize yaklaşan bastonlu ihtiyar, sokakta oynayan çocuklar, haylayan
köpekler, öten kümes hayvanları daha göremediğimiz niceleri bu mahallenin
sakinleri.
Gün ışığı bastonlu adamın
arkasından vuruyor, yüzünü seçemiyorum. Birbirimize yaklaştıkça daha önceki
ziyaretimde tanıştığım ve ilgi gösterip beni evine konuk eden ihtiyar olduğunu
fark ediyorum. Selamlaştık, geçen sohbetimizden hemen hatırladı beni, hoş
gelmişsin dedi, tokalaştık. Onu görmekten mutlu oldum. Ayaküstü hal hatır sorduk
birbirimize. İhtiyar, Anadolu misafirperverliği ile tüm bahane uydurmalarıma ve
direnişlerime rağmen hiç olmazsa bir çay içmek üzere evine davet etti. Daha
önceki tanışıklığımız, sohbetimizin hatırı ve içten, samimi daveti geri
çeviremedim.
İhtiyar bahçe kapısını açıp buyur
ederken, eşine de ses etti. Çoban köpeği, gür ve kalın sesiyle ben buradayım dercesine
hırlamaya, havlamaya başladı. İhtiyarın işaretiyle kuyruğunu salladı, ilgisini
bizden kesmeden, kulaklarını dikti arka ayakları üstüne oturdu kulübesinin önünde.
Seslerimizi duyan evin hanımı telaşla kapıyı açtı, buyur etti. Evden içeri
girdiğimde ilk hissettiğim şey sabun ve temizlik kokusuydu. Loş bir koridordan genişçe
bir odaya geçip sedirdeki yerimi aldım. Odanın ortasında saç odun sobası. Güneş
var ama hava serin. İhtiyar, üşünmemesi için odun attı, harladı sobayı. İhtiyarın
eşi çay demlemek üzere mutfağa gitti. Hazırlıklarını yürütürken arada bir de
bize eşlik edip konuşmalarımıza katılıyordu.
Burnuma gelen, çoktandır unuttuğum
odun kokusu beni çocukluğuma, odun yaktığımız günlere götürdü. Anımsadım eski
günlerimi, çocukluğumu; Dağdan topladığım çam kozalaklarını yanan sobanın içine
atar, kozalakların yanarken çıkardığı sesleri dinlemekten hoşlanırdım. Yanışlarında
bir kargaşa, bir heyecan vardı. Sanki içinde biriktirdiklerini açığa çıkartırcasına
çatırdayarak yanar, kabına sığmayanları da sobanın dışına attıkları olurdu. Kozalakların
patlaya çatlaya harlı yanışını fark eden babam baca tutuşacak telaşındaydı. Ona
bir hoşluk olması, odanın güzel kokması için soba üzerine koyduğum portakal
kabuklardan birini alıp babamın yüzüne yapıştırdım. Hiç gecikmeden paparayı yemiştim.
Yüzü yanmış, canı acımıştı. Sonucun böyle olacağını düşünmemiştim tabii ki. Çok
üzülmüş ve utanmıştım yaptığımdan. Duygu yüklü anılar hiç unutulmuyor. Bazen
bir koku, bazen bir eşya, bazen bir olay albümdeki bir fotoğraf, zihnimizin
derinliklerindeki yaşanmışlıkları, duyguları canlandırıyor sanal gerçeklikte,
geçmişteki anıyı yaşıyor insan.
Evin hanımı, porselen demlikle
çaydanlığı sobanın üzerine oturttu. Tekrar mutfağa döndü. El çabukluğu ile
yaptığı ketelerle (TDK: Yağlı, mayalı veya mayasız hamurdan yapılan çörek) döndü
yanımıza.
Sohbet çok güzel, ikramlar nefisti. Vakit geç oldu,
yolcu yolunda gerek deyip, izin istedim, vedalaştık. Hanımı, bahçesinden topladığı
birkaç karaturpu kâğıda sarıp “Beyim, evinize iyilik, sağlık götürün” diyerek,
elime tutuşturdu.
-Turpları siz mi yetiştiriyorsunuz?
-Evet; Bostanımızda karaturp yetiştirmek bir aile
geleneğidir.
-Merak ettim, ihtiyara sordum; bu karaturp
yetiştirme sevdanız nereden geliyor? Neden karaturp?
İhtiyar başladı anlatmaya; Bu
evin sahibi büyük dedemizin uzun boylu, beline kadar gür, dalgalı, koyu kestane
saçları olan temiz pürüzsüz tenli, güleç yüzlü, güzel mi güzel bir kızı varmış.
Kızın yüzü gibi huyu da güzel, gönlü zengin, kalbi de sevgiyle doluymuş. Herkes
tarafından çok sevilir, el üstünde tutulur, yardımseverliği ve yaptığı
iyilikler her yerde konuşulur olurmuş. Babasından çekinir saygı eder,
çekincesinde başını öne eğer, yanakları al al olurmuş. Ama kendi yaşıtları içinde şen şakrakmış.
Günlerden bir gün babası, eve vardığında, kızının ana
rahminde gibi dizlerini karnına çekmiş kıvranır olduğunu görmüş.
-“Ne o kız, neyin var sevdalandın mı yoksa?” diye seslenmiş,
şakalaşmış onunla.
-Hanımı; “Ses
etme bey, kızın çok sancısı var”
-Nane, limon kaynatın mı?
-Bey, her şeyi denedim. Çare olmuyor. Ebe kadına da
haber saldım geldi. Ne olduğunu anlayamadı. Bir hekime göstermemizi salık
verdi.
Gün dönmüş hekime gitmişler. Hekim muayene etmiş ne
olduğunu o da konduramamış. O zamanlar röntgenmiş, filimmiş yok tabii. Çaresiz
eve gelmişler. Çevre köylerden şifalı sular mı içirtmemişler, şifacılara mı
gitmemişler, dualar mı etmemişler anlayacağın ellerinden gelen her şeyi denemişler.
Gün geçtikçe kızın ağrıları artmış, gözlerinin önünde eriyip gidiyormuş.
Sonunda göçmüş, gitmiş bu dünyadan. Bütün köy, günlerce ağlamış yas tutmuş.
Doktorlardan ricada bulunmuşlar, ona bu ızdırap
veren neymiş diye, yarmışlar karnını, nasıl olmuşsa olmuş bir tırnak parçası
batmış midesine, zamanla büyümüş, delmiş midesini. Babası, kızın midesinden
çıkartılan tırnağı kızının nişanı olsun diye çakısına sap yaptırmış. Defnetmişler
köy çıkışındaki mezarlığa.
Uzun zaman geçmiş bir gün hanımı sofrayı kurmuş,
yemek yiyorlarmış. Kızın babası çakısını çıkarmış, sofrada duran siyah turptan
bir parça kesip yemiş. Yemek yenmiş, baba odaya çekilmiş, hanımı da sofrayı
toplamaya koyulmuş. Birden bir çığlık kopmuş evin içinde, yer yerinden oynamış.
Hanımı, “Çare karaturpmuş” bey, “karaturp”, “karaturp” diye dövünüp duruyormuş.
Baba, gitmiş bakmış ki ne görsün, karaturpun yanına bıraktığı çakının tırnaktan
yapılmış sapını eritmiş karaturp. Kızımın hayatını kurtaracak olan şey karaturpmuş
meğer.
O gün bu gündür, bu evin bostanında sadece
insanlara şifa olsun diye karaturp eker dururuz.
Bu olaydan sonra öğrendik ki turpun tarihçesi
oldukça eskilere dayanırmış. Turp ilk olarak Çin'de yetiştirilmiş. Daha
sonraları Antik Yunan ve Romalılar tarafından keşfedilmiş ve yetiştirilmeye
başlamış. 18. Yüzyıldan sonra da Avrupa’da tüketilir olmuş. Karnak tapınağında turpu sembolize eden hiyerogliflerden Mısır'da firavunlar
zamanında karaturpun yetiştirildiği biliniyor. Tüm turplar hemen hemen ayni
özelliklere sahip olmasına rağmen doğu bitkicileri tarafından karaturp medikal
alanda en çok tercih edilen türdür.
İnsan
için gerekli olan her şey kendisinin de parçası olduğu doğada mevcut. Doğada her şey yaratılmış, olması gerektiği gibi.
Şubat/2016
Turp Tarihçesi konusunda yararlanılan kaynak;
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder